2.11.2011

kamelyalı kadın


"ben derim ki: bir dil adamakıllı öğrenilmedikçe konuşulamayacağı gibi 
insanlar da iyiden iyiye tetkik edilmedikçe roman şahısları yaratılamaz."
okuduğum ilk romanının ilk cümlesi
kılıftan o kapağını hiç görmedim


kitap okumayı seven insanların benim gibi olanları, maziye bir bakıverince okudukları ilk romanı, yaşadıkları ilk aşk gibi anımsarlar. daha güzelleriyle karşılaşmış olsalar da, ilki bir başka  gelir onlara. aslında hiç de unutulmaz ya da inanılmaz değildir hatta genellikle tesadüf eseridir. o sıralar illa ki birine aşık olmak icabeder ve işte o'dur yani o olur öyle. böyle insanlar ilk aşkını değil, o zamanki kendilerini düşünmeyi severler daha çok. ilk kez aşka düşme halini. birden "içine düştün yeter artık" diye bağırır  anne ozamanlar birzamanlar. okuduğu romanı kasteder. "aynoolduki" deyip zoraki  kaldırır başını insan. meğer çorban soğumuştur mesela. kafa gitmiş tabi. kafa romanda. ama beden çorbanın vaktinde içilmezse soğuyan ve anlamını kaybeden o basit dünyasında hep. ruh-beden ikiliği hakkaten ne pis bişeymiş böyle zamanlarda anlıyo insan.

içine düştüğüm, okuduğum ilk roman fransız yazar aleksandre dumas'ın yazdığı kamelyalı kadın'dı. o sıralar en fazla 10 yaşındayım. kapıldığım kitap ne küçük prens, ne çocuk kalbi, ne şeker portakalı... kamelyalı kadın.  bir fahişenin hüzünlü hikayesi. te allaaam bişeyim de normal olsa. kamelya neydi, fahişe ne demekti, bakire kimdi. en temel noktalar benim için bilinmezdiler. yine de sormadım kimseye. cümle içinde kullanımından kamelyanın çiçek olduğunu çıkarınca fahişeyi de bakireyi de çıkarırım diye düşündüm heralde.

sayfaları bak böyleydi
hiç unutmam kitap tahta gibi sert kapaklıydı. eski duvar kağıtlarındaki gibi ebruli bir desen vardı üstünde pembeli beyazlı. kapakta bişey yazmıyordu ne yazar ismi ne kitap ismi. demek ki renkli parlak kağıda basılı bir kılıfı vardı da kaybolmuştu. kitap sahaflarındaki o eski kitap kokusu sinmişti her sayfasına. küflü gibi. sayfaları sarıdan kahverengiye dönüktü ve muhteşem bir yazı stiline sahipti. evet muhteşemdi o yazı stili. neydi. allah bilir new times romandı. yani her zamankindendi. ama değildi işte. o eski kitabın içinde o yazı stili unutulmazdı. yeryüzünde bir tek ananemin başarabildiği kabak tatlısı gibiydi. işte bana öyle gelirdi. o yazı stilinden sözcükleri takır tukur, dudaklarımı kıpırdatarak okuyordum. pıtıtı tıpıtı tokutu tutkutu. kitap orta kalınlıktaydı. ben de orta kalınlıktaydım, okuma hızı bakımından olsun, anlama bakımından olsun. olsun. geç olsun güç olmasın. bir hafta sürmüştü okuyup bitirmem. haftada bir kez yıkandığım için banyo günüme de denk gelmişti mesela. banyoda öylece elimde kitapla dikildiğimi görüp beni banyoya koyduğu gibi bulan anneme allah sabır vermişti.

romanın konusu da yazı stili kadar sürükleyiciydi. tam anlamıyordum ama sürükleniyordum. 

bir kadın karakter vardı, çok güzeldi, çok hüzünlüydü, sürekli operalara davetlere gidiyordu. insan isimleri yabancıydı ve söylemesi zordu. özel isimlere gelince dilim dolaşıyordu pıtıtı tuputu dut! ilk okuyuştan sonra yüksek sesle tekrar ediyordum. kıştı. ev sobalıydı. camlar buğuluydu. sıklamen diye bir renk vardı. televizyonda köle isaura yayınlanırdı, zenginler de ağlar daha başlamamıştı. okumayı sevdiğim yer sobanın arkasındaki koyu yeşil uzun koltuktu. sokaktan akranım çocukların sesleri geliyordu. annem pencereden bakıp o çocukların kış havasında üstlerinde incecik giysilerle nasıl hasta olmadıklarına şaşırıyordu. romanın sonunda kadın veremden ölüyordu. kitabın bitiyor olması, kadının veremden ölmesinden daha çok üzüyordu.
ama nooldu. o ilk romanın ordan aldım yürüdüm ben sonra. yaa.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder