31.12.2011

2011: hem yumuşak hem hesaplıydın


2011'in benim cenahta en ses getiren olayı şüphesiz ki, kendime ait bir evimin olmasıydı. 
yılın tam ortasında 1 temmuzda ben evimdeydim.

tüm zorluklarına rağmen harika bir deneyim.
geçim sıkıntısıysa hala bende sıkıntı yaratmıyor. neşeli bir fakirim haha.

istikrarlı bir şekilde her akşam bir sonraki gün için yemeğini hazırlayıp sefertasına koyabilen, sabırla tütün sarabilen, kendi adına düzenlenmiş faturaları takip edebilen, kirasını sektirmeden ödeyebilen bu yeni burcu beni acayip şaşırtıyor hala.

yok hayır bu manyak bana bir gelecek vaadetmiyor, zikmişim bu burcunun geleceğini afedersin.
şimdi keyif veriyor ama bu böyle de gitmiycek diye umuyorum. artık iş ortamında rahatımı düşünmeyip daha iyi kazanmak için iş değiştirmenin zamanı geldi. adıma düzenlenmiş faturalara ne kadar büyüdüm hakkaten diyerek şaşırmayıp sinir olacağım günlerde gelecek, biliyorum biliyorum :)

2011'in sadece bir ayı çok berbat geçti. kara ağustos. tastamam bir ay baştan sona 
aynısından istiyorum
berbattı. ilk günle son günün arasına kocaman bir afiş asılmıştı sanki "bazı şeyler bir daha asla eskisi gibi olmayacak" yazıyordu orada. uzun süreli dostluklarda can yakıcı kırılmalar, aile ilişkilerinde bir takım hikayeler. bi ufaldım bi küçüldüm böyle kapandım. neyse ki iyi oldum sonra. olcaktım zaten. yaşıyosak hala umut var demektir perihan abla. bu lafta ne yapıştı kafama yaa. 

2011'in tek kusuru yalnızlıktı. 
bir adam bulamadım da koyamadım şöyle yanıma.
geçenlerde bir iş gezisinde denk geldi biri yıldız falıma baktı. (böyle iş bırakılır mı yaa, pis bağımlılık yaptı ama neyse bırakçam evet) benim oyuncu, numaracı, hikayeci yapıma en uyum sağlayacak tipler terazilerden, yaylardan çıkarmış. eh madem öyle umudumuz bu sene astrolojide.

2 çeyrek biletim var. kadıköy talihlisi benim ona göre.
herkese mutlu günleri mutsuz günlerinin iki katının hadi belki bir eksiği, 
sevgi ve iyilikle dolu, bol bakhakalı* kıyak bir yıl diliyorum.

* (düzeltme): yazar kahkahalı demek istemiş olabilir.

28.12.2011

Jodaeiye nader az simin (a separation)

ben en son kendi rızamla 2007'de bir iran filmi izlemiştim. filmden nası sıdkım sıyrılmışsa artık, o gün oracıkta iran filmlerine tevbe ettim. (persepolis sayılmaz banane)
dün yeminimi bozdum, iran sinemasına bir şans daha vermek istedim.
netice de film, gönlümü aldı diyebilirim.
iran sinemasına kapılarımı tekrar açtım. bana da bu yakışırdı.


başladığı andan itibaren sorgulamaya, tartışmaya sizi de dahil eden, hangi tarafta olacağınızı kestiremediğiniz, hatta film boyunca sürekli taraf değiştirdiğiniz, kimsenin tam olarak iyi/kötü/doğru/yanlış olmadığı hikayeleri seviyorsanız, lütfen izleyiniz. adamı fena kitliyor.
biutiful'u seven, 12 angry men'i seven, haneke filmlerini seven bunu da sever. 

filmden sonra dün gece bütün rüyalarımı farsça gördüm, sabah uyandığımda altyazıları da silinmişti. ama değdi mi değdi.

27.12.2011

iş hayatı sayesinde tanışılan üşütükler


geçenlerde ofise bir kadın geldi.
önce müdüre bişeyler anlattı. ara ara kıkırdadı, cıvıldadı. sanki nası desem böyle yerinde durmakta çok zorlandı. giderayak bana da uğradı, kendini tanıttı ve kartvizitini verdi.

müdürle konuştuğu sırada kadında üşütükçe bişeyler olduğunu düşünmüştüm. sonra karşımda gördüğümde emin oldum. 
gülümsediğinde kadının yüzünde bir kuş havalanıyordu. ama yaşama sevincinden filan değil, yüzünün şeklinden. öyle bişeydi ki, her ne sebeple olursa olsun gülümsediğinde o kuş havalanacaktı ordan. aynı anda çığlık da atarsa mesela, yüzünü görenler bu kuş için "kesinlikle martı! sence? bence de." diyeceklerdi. konuşmaya başladığındaysa yüzünde gizlenen v harfi belirgin bir biçimde ortaya çıkıyordu. 

kadın gidince kalktım yerimden, kadının arkasından kapanan kapıyı göstererek ofistekilere:
- sanki birazz..
ofistekiler kafalarını kaldırmadan işlerini yapmaya devam ederlerken, bir ağızdan "deli o, burcu" dediler. kapıyla konu aynı anda kapandı. film gibiydi. odama döndüm. 

***

dün dehşetli bir iş yoğunluğu içindeyken yanıma müşterilerden biri yaklaştı ve şöyle dedi:
"yılbaşı ağacınız atatürk'ün önüne gelmiş, önünü kapıyor."
 ?
işi gücü bıraktım, baktım adama. devam etti:
"bu ağacı başka bi yere koyamaz mıydınız?"

yılbaşı ağacının arkasında kalan resmini görmezsek atatürk'ü unuturuz diye endişelenen bu duyarlı yurttaşa daha da baktım. belli ki hassasiyet atatürkten çok yılbaşı ağacınaydı.

döndüm atatürk'e baktım, yüzünde gücenmiş bir ifade aradım.
kitli kafasını açacak anahtar sözcükler filan düşünmedim zaten yok öyle bişey,
ama durup dururken ona hırlama imkanı da verecek değildim. dedim ki,
"olur, ağacı biraz kenara çekeriz"  

21.12.2011

işe giderken


elindeki o sefertasının, üzerindeki süper kahraman paltosuyla hiç ilgisi yoktu ama zaten çoktandır postmodern sabahlara uyanıyor, işe yakın ev tuttuğu için metinlerarası yolculukları bedavaya getiriyordu.

geceden beri devam eden yağmurdan her yer balık grisiydi. çöpünü diğer çöplerin yanına koydu, bu sabah da diğer sabahlar gibi belediyenin şuraya neden iki çöp konteynırı koymadığına anlam veremedi. caddenin bu kez sağından değil de solundan yürümeyi seçti. yeni duş almıştı, saçlarını da kurutmuştu ama üç beş adım sonra tüm vücudu üşümeye başlayınca ince giyindiğini anladı. hızlanarak yürürken yeni kurtulduğu sinüzitten sonra tekrar hasta olmak korkusu düştü içine. kendi için çok endişelendi. ortalık yine sıcak ekmek kokuyordu. bugün yolun solundan yürümekle isabetli bir iş yapmıştı. çünkü yolun sağı bir sürü liseli tarafından işgal edilmişti. sabahın köründe ergence bir enerjiyle, boğuşarak, gülüşerek, yüksek sesle uğuldaşarak yürüyorlardı. sıra sıra süpermarketlerden birinin manavı tezgahına hormonlu domateslerini dizmekteydi. yanından geçerken, manavcının liselilere hormonlu domateslermiş gibi baktığını gördü. haksız da değildi. içinden eşek sıpaları dedi manavcının yerine söyledi bunu. ilk caddeyi tamamladı ikinci etaba geçerken bir minibüs neredeyse paltosunun eteğini yalayarak geçti, umursamadı bile. bu şehirde bir yayanın ölümden döndüğü anlar öyle çoktu ki, artık heyecanlandırmıyordu.

ikinci caddedeki devlet dairesinin önünde bir kalabalık vardı. giderek pankartlar, dövizler -sözleşmeli köle olmayacağız- afişler, grev forması giymiş kadınlar erkekler kapladı ortalığı. bir ara aynı devlet dairesinde çalışıp sonra birinin tayini çıktığı için ayrı düşen memurların grev vesilesiyle karşılaşıp kucaklaşmaları. ve nihayet megafonlu memur göründü. tam yanından geçerken kitleye atılacak sloganı verdi: eeeeşit iiiişe eeeeeşit  ücret. ayrı düşen memurlar sarılmakla meşgul kollarını havaya kaldırdılar: eeeeeşit iiiiiişe eeeeeşit ücret. karşıdaki restoranda oturanlar tam önlerinde slogan atan grev grubu yokmuş gibi kahvaltı edip sohbet ediyorlardı. e yani ne yapsınlardı. grevdekiler adına kızgın ve onları destekleyen bakışlarla baksınlar mıydı. herkes kendi halinde olacaktı tabi. kadıköyü seviyordu ki köşeyi dönerken ani bir omuz yedi. sefertasında çalkalanan çorba için endişelendi. çok da üşüyordu kesin yine hasta olacaktı. meydana çıktı. karşısında kocaman bir yılbaşı ağacı vardı. güzel değildi. bir ağaçtan çok kocaman bir kukuletaya benziyordu. ışıkları beklerken arkasındaki iki adam konuşuyordu. chp'li belediye mi dikmişti bunu buraya, büyükşehir belediyesinin işi miydi. içinden adamlara yanıt verdi, ona göre kadıköy belediyesi dikmişti ama ne farkederdi artık  hiçbirşey önünde fotoğraf çektirmek için poz verenleri durduramayacaktı.
nihayet iş yerinin sokağına girdi. hava aldatıcı ve ürperticiydi, lan gerçekten çok üşümüştü. 

duyarlı gençlerimiz

kardeşim sayesinde bir süredir  itü kütüphanesinden faydalanıyorum ve baktım kitap kiralayınca yani süreli olunca daha çok okuyorum, şimdi kardeşimi okulu uzatması için asimetrik psikolojik harekat ile işliyorum.
john fowles'ın büyücü adlı kitabını istedim dün, getirdi. karşımda kafam kadar bir kitap ve bitirmek için 360 saatim var. (saat verdim ki gerilim olsun, iki hafta da diyebilirdim. demedim) hemen başladım okumaya.

sanırım etkileyici bir yazarla ve etkileyici bir hikayeyle karşı karşıyayım. erken tahmin etmek istemem ama çok sevdiğim kitapların yaptığı gibi bana bir süreliğine hükmedebilir de. keşke...


kitabın içinde bir sürpriz de vardı. benden önce okuyan, ilk sayfaya küçük bir not yapıştırmış: 
"kitabı iade etmeyi geciktirdiğim ve okumaya bir hafta geç başlamanıza sebep olduğum için üzgünüm.
iyi okumalar."
oy oy kıyamam ben sana gel.
henüz oturmamış yazı stilinden belli ki çok genç. ve nazik biri. oysa içinde yaşadığı toplum yakında nasıl da ağzını burnunu dağıtacak. elimden bişey gelmez; tedbirli olmasını dilerim. bak ben hala kan kusuyorum ve zikmişim kızılcığı afedersin. 

bi de bi dakka şimdi düşündüm de,
sonunda herhangi bir isim filan yazmadığı için anında anonimleşmiş olan bu notu, benden önce okuyan değil, ondan önce okuyan ya da ondan önce okuyandan daha önce okuyan da bırakmış olabilir. notun gerçek yazanı, o en dipteki bilge kurbağa bile olabilir. çünkü eğer ben, kitabı bitirince içindeki bu notla geri vermeyi düşünmüşsem benden önce okuyanlar da düşünmüş olabilir. bu durumda her yeni okuyan, bu duyarlılık karşısında bir öncekine ağzı burnu kırılmasın diye iyi dileklerde bulunuyor olabilir. bu böyle sürüp gidebilir. eğer düşündüğüm gibiyse işin formülü yapılan güzelliğin anonim kalmasında.

içimden "ulan biliyo musun herşey çok güzel olacak " diye bir cümle geçti şimdi. evet şu tarafa gitti.

loves of a blonde

güldürürken düşündürmedi, düşündürürken de güldürmedi.
hem güldürdü hem düşündürdü, ikisini de ayrı ayrı yaptı.
izlemek için doğru günü seçmemişim gerçi ama olsun, filmde biri ağlarken onunla birlikte ağlamayı seviyorum.

bir genç kızın kendini değersiz hissetmesi için elinden geleni yapan toplum hayatını hiç de dramatize etmeden ifade eden bir filmmiş. iyi ki izlemişim. 

şimdi orada durumlar nasıl bilmiyorum ama 1960'ların çek toplumu, kuaförleri dışında(gelicem oraya da) şimdiki türk toplumuna çok benziyormuş. epey eğlenceli sahneleri olan filmde bir anne tiplemesi var ki, inanılmaz tanıdık.
bizim buralarda "erkek adam" diye yetiştirilen/mekte olan milyonlarca küt kafalı zübükzadenin annesine çok benziyordu.

bir erkeğin bundan daha güzel bir tarifi olabilir mi :) büyüksün milos!


işte filmin en 'ay bakamıycam' sahnesi. belleklere kazınacak berbat saç modelleri.

film ayrıca, görülebilecek en berbat saç modelleri bakımından da  ibretlik bir belgesel, görsel bir eziyet, toplu bir delilikti. holivudu düşünüyorum, dönüyorum bizim yeşilçama bakıyorum, yok arkadaş! demek zamanında çekoslovakya sovyet tanklarından çok, kendi kadın kuaförlerinin makaslarından çekmiş. "iç düşman"ın da böylesi!

17.12.2011

geri döndüler

kuşlar.
apartman boşluğundaki kuşlar.
bi gitmişlerdi bunlar. demek sonbaharda gidiyorlar. havalar soğuyunca geri dönüyorlar. işin tuhafı, en alt katta oturan eski tiyatrocu teyzenin öksürük krizlerinin zamanlaması da aynı seyrediyor. kuşlar yokken teyze öksürmüyordu. kuşların gelişiyle birlikte teyzenin krizleri de geri geldi. kapıcı yılmaz efendinin dediğine göre teyze astım hastasıymış buna rağmen çok sigara içiyomuş, alkol de alıyomuş, e haliyle'ymiş.

geçen sabah uyandığımda öylesine bi yerlere bakınıyorken apartman boşluğuna baktım. öyle denk geldi yani. dolaptan sarkan çorap tekine de bakabilirdim, apartman boşluğuna baktım. 
fakat bakakaldım. 
ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. yok gördüklerim karşısında değil. normalde sabahları ne düşünmem gerektiğini zaten bilemiyorum. ama bu kez tanrı bana ne düşünmem gerektiğini gerçekten bilemeyeceğim bir sebep de vermişti. baktığım yerde kalmıştım:
şu karşımda, apartman boşluğundaki su borusuyla duvar arasına sıkışmış bir kuş ölüsü mü vardı orada da, ben mi yanlış görüyordum? 
bir kuş muydu o? 
ölü müydü? 
beyaz karnı mıydı o, kafası arkaya mı düşmüştü göremiyordum?
orada mı çürüyecekti?
karşımda mı çürüyecekti?
ahlaktan nasibini almamış diğer deli arkadaşları gelip karnını gagalamaya mı başlayacaktı?
en iyi ihtimalle ben her gün kelimenin gerçek anlamıyla bir çürümeye mi tanıklık edecektim?
onu oradan kim alacaktı? 
yılmaz efendiye söylesem alır mıydı? 
neyle alacaktı? 
sopa var mıydı sopa? uzun?
ya yılmaz efendinin kuş ölüsü gibi kokan ayakları ne olcaktı?
kuş ölüsünü ordan almak için illa ki eve girmeyecek miydi bu adam? mübareğin ayak diye üzerinde yürüdüğü iki kuş ölüsü. kuşlar buna mı geliyo acaba?
iyisi mi pencereye perde asar, bir daha da açmam, yılmaz efendi'ye de bişey demem, ölü kuş görmem.

yatağımı düzeltirken hayat hikayemin yüklemesi tamamlandı, güncellemesi yapıldı, gözlerim ışığa alıştı yılmaz efendinin ayakları akıldan çıktı.
tekrar kaldırdım kafamı, tülü de çektim baktım kuşa. 
değilmiş. 
su borusununa eklemlenen kısa boruymuş gördüğüm. aynı da kuş karnına benzemiyo mu ama. ay oh iyi aman neyse ki.

11.12.2011

hastayım yaşıyorum

kafam sümük dolu. 
günlerdir.
gribi atlatan ben, ben ki bu yıl sebze çınarıyım aq, sinüzite yine dur diyemedim. 
o iyi besleneyim hasta olmayayım diye günde iki öğün sebze yerken intiharın kıyısına  gidişlerim dönüşlerim, o hayattan bezişlerim... hatta o kısır döngülerim o arkamdan bakışlarım kendime geç kalışlarım ben miyim bu yazıdaki satırlarım konuşsana fikret bişey söyle. ne bu kafanın hali.  naapayım keseyim mi.
sabah yayınlanan sağlık programları da hep yalan. şunu yiyin bunu yiyin unutmayın sağlıklı besinler sadece sağlıklı yapar doğru beslenerek mutlu ve sağlıklı olmazsınız sadece sağlıklı olursunuz mutluluk nerden çıktı. o da neyin nesi. gidin kendinize başka eğlenceler bulun açın götünüze gülün. kendi aranızda konuşmayın... filan hikaye.
ne yersen ye, kentin üstünde gezen bulutlar bile mikrop yuvası be. bakıyosun bi kış domuza benziyorlar öbür kış keçiye. her sene aynı dava: bu sene acayip salgın varmış. yaaa..

napayım, doktora gidip antibiyotikle dönmektense tuzlu su çekiyorum burnuma. inanılmaz kiyifli oluyor. tavsiye ederim. burnuma çekiyorum tuzlu suyu, yanıyorum allahım, gözyaşları sicim gibi. gözyaşları da niye sicim gibi oluyosa, bu benzetmeyi de hiç anlamadım sicim ne. benimkiler golgi aygıtı gibi. golgi aygıtı neydi lan hakkaten. g harfinden oluyo ne oluyosa. hem golgi hem aygıt. bundan daha fena ne olabilir. sinüzit aga. sinüzitten daha fena bişey yok. kafası ağır.
işaret ettiği yere google earth'ten mi baksak bilemedim

4.12.2011

zombiler pide salonu

yine bi tatil günü öğle sonrasıydı.
hani önceki gece yatarken henüz başlamadı allahım hala başlamadı diye sevindiğin ve sevinçten  sabah yapacağın o mükellef kahvaltıdan sonrasını tasarlamayı unuttuğun günün öğle sonrası.
ortada kaldığın zamanlar. 
evde ne halt edeceğini bilememeler. 'dışarı çıksan naaapıjanki' haller.
şuursuzca pencere önüne gidip sokağı seyretmeler.
şu karşı ki pideci... biliyom yedim ordan ben. eve taşındığım zamandı, ter içinde, yorgun ve açlık sınırındayken bir öğle molasında kendime kaşarlı bir pide ısmarlamıştım.
iyi miydi
bilmem
pide işte. ama keşke pidecinin yerinde iyi bir pizzacı olsaydı.

kendisi sade bi pideci ama istersen karışık da yapıyo. müşteri kitlesi, çevre evlerde oturanlardan oluşan, müşterinin oturup orada yemediği, pideleri yaptırıp eve götürdüğü...

camları var. çerçeveleri de. kapı onlardan önce düşünülmüş, ödeme almak için dükkana yazar kasa almayı onlar sonra akıl etmişler. iki masa da atmışlar içeri ama, hani daha dükkanı açarken "şuraya iki de masa attık mı tamam" demişler ve atmışlar gibi.

pide yapanlarda da değişik bi hava var. sanki lahmacundan, kaşarlı, karışık ya da kuşbalı pideden öte ve genel olarak pidenin icadından sonra bi yemek dünyası bilmiyorlar. pide dışında bişeyle ilgilenmiyorlar.  pide zombisi gibiler, kapıya "hayat yok ama pide var" yazıp assalar olur yani. yersiz bir açıklama olur ama ben anlarım.

bakıyorum müşterisiz de kalmıyorlar ha, bu zombilikle tutunmuşlar bak burda.

bu dünyada ve normal şartlarda onların müşterisi olmam mümkün değil.
bir olabilirliği var mı peki? vardır elbet.
mesela onlarla, uçsuz bucaksız kızıl çölleri olan sıkıcı ve kırmızı bir gezegende karşılaştığımı düşünebilirim. uzun süredir yol aldığımı...
vaziyetim böyleyken, orada uzakta tek başına bunların pide salonunu görsem sevinçten aklımı oynatmam ve onlara doğru, o düşe kalka yapılan klasik çöl koşuşunu yapmam beklenirdi.
ama yapmazdım.
tabi yine de giderdim yanlarına. uzaktan gözlerimi kısarak bakar bakar, neden sonra omuz silkerek yürür, koskoca gezegendeki kırmızı şansımı zikerdim. içimden "ulan bu zombiler burda da tutunurlar aq" derdim. yok be ne içimden diycem, çölde değil miyim bağıra bağıra söylenirdim. hazır başlamışken, "niye tekrar arıyosun ki, niye balıkçıda karşıma çıkıyosun, niye ben tekrar seni düşünüyorum, yetmedi mi aramızdaki ölüm dansı ha yetmedi mi? hem 180 lira doğalgaz faturası mı olur laaaaannn..." ooohhh  rahatlardım sanki biraz.

çöl şartlarını düşününce, pidecilerle mecburen bi muhabbet geliştirmem gerekirdi. "yok pide almıyım da ben sırf ayrı düşmek için ayran olabilir bak ya da herhangi bir yol tarifi"

ama o zaman bile, 
çölün ortasında başka yapacak bişey olmadığı için laf lafı açsa bile, 
bak laf olsun diye bile yani,
istediğimden değil de meraktan sırf: "pizza yapabiliyor musunuz" diye sormazdım.
asla. 
yormazdım kendimi yani. çünkü adım gibi eminim, pizza mı, hani şu içimize giyilen mi der gibi bakarlardı. denemem bile yani. yook hayatta. hiç bulaşmam. deli miyim aklımı pizzayla mı yedim.

o kadar imkan, kira da olsa bi dükkan, arkada eşşek kadar taşfırın, koca koca fırın kürekleri, çuval çuval un, paket paket malzeme ve benim penceremin baktığı yönde olma şansı...
ve tüm bunlara rağmen ısrarla sadece pide ha.
inanılmaz...
inanılmaz...
gerçekten benim tatil günlerimi önceden planlamam lazım.