25.04.2010

A Serious Man (2009)

coen'lerle ilişkimiz bi değişik. bir zaman kavga döğüşse başka bir zaman muhabbetten öleceğiz. böylesi ilişkiyi bir de stanley kubrick'le kurmuşluğum var. bu iki ekolün bir benzerliği de yok. kubrick'in zaten kendi yaptıkları birbirine hiç benzemezliği ile meşhur iken coen'ler birbirinden çok farklı yer, zaman ve türler deneyip aynı mesaja kafayı takmış kardeşler: mesajları da herhangi bir mesajın varlığı ya da yokluğunun bilinemeyeceği. varsa kimin umrunda? yoksa zaten yok. kocakafalar.
bunlarla ilk tanışmam  Brother, Where Art Thou? adlı abuk eserleriydi, yıl 2000, iki sıfır at benim o zamanki yaşım. filmden tek hatırladığım, sel götüren bir köyde çatıda bir inek. allah belanızı versin deyip çıktım, başından sonuna bir şener şen gülüşünü bile çok gördüm filme.
sonra bu çatıya inek kondurabilen zihniyet beni meraklandırdı. bunlar nasıl bir çeşitti? kabahat bunlarda değil, bunlara bu imkanı verenlerdeydi. fakat hemen ertesi yıl yapmış oldukları The Man Who Wasn't There ile bir bağlanış bağlandım ki ben bunlara, allah bunları kahretmesin. sonra gerisi geldi. herkeslerin ayılıp bayıldığı The Big Lebowski bana la havle dedirtti (çok dualı beddualı bi ortam oluyor, hadi hayırlısı), Barton Fink'i de yarım bıraktım. sinir oldum derken Burn After Reading ile tekrar barıştım. napmışınız lan brad pitt'e. en son twelwe monkey'de bunca gerzek görmüştük onu. çok güldüm allah belanızı...
şindi de bu: A Serious Man. mutteşem beğendim. dişçi hikayesine bayıldım bittim. filme yahudilik şeysi demek çok salakça olur çünkü din anlatmak istediklerini anlatmanın bir yolu, adamlar gizemden bahsedecek, e en gizeme boğulmuş dinlerden biri yahudilik, ayrıca adamlar yahudi, iyi bildikleri yerden girmişler konuya. ama harikaydı, ben zaten loser adamları izlemekten büyük haz alıyorum (sadoluk değil bilakis mazo)açılış sekansı zaten filmin özeti ve daha orda sırıtmaya başlıyor insan.ben.

yalnız bunların bu pervasızca "takılmana bak, bişey olmadı ve olmayacak" deyip durmalarını ve bunu da başına gelmeyen kalmayan ezük insanlar üzerinden anlatmaları, bi yerlerimi incitiyor ama böle sinek ısırığı gibi. ama bi de tatlı kaşınıyor ki meret, allah vere de, günümüzün sırf coen'lere has olmayan bu düşünce biçimi (bırak dağınık kalsıncılık mı desem ne desem) iz yapmasa. çünkü masal bile olsa, kahramanları (erdemleri) olmayan bir dünya, çok yavan olurdu. tamam evet sorgulanmamış bi yaşam  (özellikle sürdürdüğümüz şimdiki yaşam) da yaşanmaya değmezdi. bu adamların filmlerinden yola çıkıyorum ama genel olarak uzaktan bakınca kollektif bilinç öyle tekinsiz bir yola giriyor ki, hepimiz için hayırlısı uğurlusu diyem ne diyem.
yalnız mizansenidir, dekor tasarımıdır, kamera açılarıdır, bilmemnedir, bu film de bayaa olmuş bunlar artık.

filmlerden çıkarılan dersler: "a serious man"

... x üssü, böylece delta x eşittir karekök içinde 077a üssü eksi sıfır buradan, 770a üssünün karekökünü elde ediyoruz. Aynı zamanda, p'deki belirsizlik karekök içinde köşeli parantez p eksi köşeli parantez p'nin karesine eşittir, bu da h bölü a'nın karesine eşittir, delta x, delta p karekök içinde 077a üssü h bölü a'nın karesine eşittir; bu da eşittir, 1.74 h bar.
Anlaşıldı mı?
Belirsizlik İlkesi. Neler olduğunu tam olarak hiç bilemeyeceğimizi kanıtlar. Hiçbir şey anlamadıysanız bile vize sınavında sorumlusunuz.

sen yine de kib, pls. bye.

şizofrengim

hey gidi heleloy
bugün, düşünsem sıttın sene aklıma gelmeyecek bir tatlı tesadüfle karşılaştım feysbukta. benim kübik stildeki duyargalarımı el yordamıylan düzeltmeye çalışıp(ki daha da yamultmaktan başka bi boka yaramıyordu) kendimden çıkıp biraz da dünyaya döndürdüğüm ilk zamanlardı, sene 98'di, bir o kadar gudubet ve bir dünya kadar dertli idim. o sene, şizofrengi adlı hayatımda gördüğüm en şahane(hala öyle) derginin kendini intihar ettiği yıldı. elime taze olarak geçen sayısı son sayısıydı. son olduğunu öğrenince, sağda solda buldum bir kaç eski sayısını da. sonra üniversiteyi kazanınca da ayrılamadım, götürdüm yanımda bunları. sonra beğendiğim çocuğa hava atayım ve sevdiğim arkadaşlarıma da vereyim diye okula da götürdüm bunları. beğendiğim çocuğa gösterme fırsatım olmadı ama emanet verdiğim arkadaşlar sağolsunlar güzel kaybettiler. öyle güzel kaybettiler ki, elimde hiç bir örneği kalmadıydı.
içimde bir yarayla, ondan sonra her girdiğim yeni sahafta umutsuz bir dergi raflarına bakınma davranışı yer etti bende. "bir baktım, dönüp bir daha baktım" mucizesi bekledim durdum, olmadı.
ve bugün, allahın feysbukunda, kesin yoktur diye aratırken şakkadanak çıktı karşıma grubu. grubun duvarında da derginin eski sayılarını içeren internet sayfası adresi.
gözlerim doldu. sanki o adres yokolacakmış gibi bir panik, şimdi indiriyorum sayılarını tek tek. inanamıyorum da hala. zipli dosyayı açınca içinden porno çıkıcak gibi geliyor.

Sabrina (1954)

The Apartment'ın gazıyla arşivden çıkarılıp takılan diğer bir Billy Wilder filmi..
fakat olmadı, bu defa güldürmedi ve hatta bi bok anlamadı. zaten ben bu Audrey Hepburn efsanesini de anlayamadım bir türlü. Breakfast at Tiffanys'i dayanamayıp yarıda bırakmıştım.
bu filmdeyse sabrina karakterinin genç kızlıktan cilveli kadınlığa geçiş süreci; aşkta, yıllarca sevdiği david'den iki buluşma sonrası david'in abisi linus'a atlama süreci o kadar hızlı oldu ki, benim koyduğum kahve bile hala sıcaktı, yaktığım sigaradan iki nefes belki çekmiştim. hompri bogart amcanın içinde gıvılcımlanan aşkı filmin gidişatına bakıp mantık yürüterek, kendi kişisel çabamla anca anlayabildim.

filmde meraklısına 1954 model enteresan bir intihar etme yöntemi de mevcut. bir garaja giriyorsun, kapıyı pencereyi kapatıyorsun, bütün arabaları çalıştırıp egzoz borularına karşı yatıyorsun. böylece karbondioksitten zehirlendiriyorsun kendini.

ayrıca düşündüm de, 50'lerdeki amerikan gündelik hayatında caddeler ve taş binalar arasında dolaşan atlı trafik polisinden daha fantastik bir olgu bulamadım

o da belki..

... ve belki bildiğimizi sandığımız her şey, bizden önce işleri ters gitmiş eski bir uygarlıktan kalma, içi bir tutam toprakla dolu bir ayakkabının içinde kalmış bir ayak parmağında saklanan bir inatçı bakterinin yaşama tutunmasıyla yeniden başlamıştır.

resme eklenen söz Tarık Günersel'den,
resmi de sanırım animasyon film Wall-E'den almıştım, ama emin değilim.

The Apartment (1960)

2 adam 1 kadınlı aşk filmleri için Brief Encounter[err]neyse, komedili romantik filmler için The Apartment o. yani temelde taş gibi, filmlerden ya da temelde, taş gibi filmlerden.. baxter karakterini jack lemmon canlandırmış, mrs. kubelik rolünde shirley maclaine var. bu ikilinin bir de "sokak kızı irma"sı varmış, izlemedim henüz. ikisinin filmlerini de, bu filmin yönetmeni billy wilder'ın filmlerini de taramak şart oldu.

bir kadının burnunun dibindeki sempatik (ama çekici değil, güçlü değil, havalı değil ve bekar) adamı görmeyip yakışıklı (ama çekici, güçlü, havalı ve evli) adama aşık olması, bizim sempatik adamın traji-komik bir şekilde bu ilişkinin arasında kalması. ve olayların gelişmesi.
baştan sona sade ama sağlam diyaloglar.
hele baxter'ın patronla konuşma provası olarak bir monoloğu var ki..
karakterler yaşıyor ve yaşatıyor, oyuncular coşuyor ve coşturuyor. yılbaşı gecesi, taşınmak üzere topladığı eşya kolileri arasında kendine bir şampanya açan baxter'ın yalnızlığını hissedebiliyor insan.
bir filmi bitirdiğinde tatlı tatlı gülümsemek isteyenlere...
ayrıca film, 60'lardaki kabloyla televizyona bağlı, döner düğmeli kumandaları deli gibi merak edenleri de tatmin edici nitelikte.

tanrının kondurup bıraktıkları

TK: hep temizlik kolundaydım ikokulda
kaşlarım...
bir kadının kaşlarıyla imtihanı...
şimdi bir vesileyle ilkokul fotoğrafıma baktım da, dikkatimi çekti yeniden. çok düşündüm, yaratılış anım esnasında sıra kaşlarıma geldiğinde olan bitenle ilgili bir-iki tahminim oldu. şimdilik. hele öleyim, benim tahminlerimin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu öğreneceğim ve neler diyorum ben. neyse tanrıyı görünce benim ilk soracağım soru ne hayat ne evren ne her şey... ben kaşlarımı sorucam, "daha önemli ne vardı da böyle salladın bunları?" "bir türkan şoray olmama neden mani oldun?" sorucam arkadaş. küçük emrah'a kaş yağdırırken haber vereydin, koşup altında dururdum be.

bence kaşlarımın yaratılışı, ya cuma mesai bitimine denk geldi ya da pazartesi sabahın körüne... ya da evren 6 günde yaratıldıysa, 7. gün sabah koştu melekler, "tanrım burcu'ya kaş koymamışsınız, her şey tamam burcu değil" dediler, tanrının bir tatil günü vardı onu da piç ettiler, o keyifsizlikle gözümde canlanıyor: böyle tuttu bir tutam kaşı dört parmağının arasında, kondurdu gözlerimin üstüne, bastırdı, böyle kafam geriye geriye gitti geldi, "tamam oldu bu" dedi.
bir de bir ihtimal diyorum, benden önce angelina jolie ya da scarlett johansson vardı, onlara çok özendi, "yeter artık erkek gönderin" derken bi karışıklık oldu ben geldim yine bir kadın olarak, sıkıldı üst üste kadın yaratmaktan, özensiz çalıştı. yine "tamam oldu bu, sıradakiii" dedi. bu da olabilir.

ergenlikte millet "sivilcelerim sivilcelerim" diyerek feryat ederken ben kaşlarıma isyan ediyordum. onlar sivilceye limon sıkmayı öğrendiğinde ben karanfilin götünü yakıp kaş diplerinde gezdirmeyi öğrenmiştim. gezdirdim mi gezdirmedim. ne gezdircem allasen? bıraktım öyle, dedim vardır bu kahrın bir sebebi.
sonra sağını solunu aldım, ne vardı ki ne aldın diycen, dağınıktı diyorum anlatamıyorum galiba.

ama sonra geçen gün, bi kızcaaz kaza yapmış bir otoyolda, şok geçirirken kayda almışlar, feryat ediyordu yazık: kaşlarım gitmiş!kaşlarım gitmiş! napıcam ben şimdi, ölücem allahım! diyordu. yine şükrettim, seyrekler tipsizler ama ya bir kazada sonradan kaybetseydim onları? onu bırak, tanrı yaratırken kondurmayı da unutsaydı?
yaa.. yaa... herşeyin bişeyi var burcu efendi.