22.06.2011

"zzt erenköy" ne zaman güldürdü ki?

patronla biraraya gelmemizin sebebi kabak gibi ortadayken(maaşa zam), ağzımı açacağım andan itibaren beni dinleme işini, kulaklardan alıp götüne vereceğini bildiğim için (bkz: kiralık başlıklı yazının kiralık köle kısmı) bu kez tedbirliydim. konuya beklenmedik bir şaşırtmacayla girecektim:

- evet burcu, seni dinliyorum. (içinden: "göt, sendeyiz")
- maaşıma yüzde yirmi zöm istiyorum!!

 ilk anda ne dediğimi anlamayacak, boş bulunup "zöm?" "sen zöm mü dedin?"  "efendim?" "anlamadım?" olmadı "pardon?" diyecek, doğallıkla anlayamamasının sebebinin götünden dinlemesi olduğunu zannedecek veee kulaklarını açmak zorunda kalacaktı. işte ben de o dikilmiş savunmasız kulaklara allaaahüeksper dercesine üç kere zerkedecektim:
yiğit'im özgür'üm
- zam! zam! zam! 

hadi şimdi de götünden dinle bakalım patron! hehe..
evet bu bana harika bir fikir gibi gelmişti ve hatta bu fikirden tümevararak şu hayatta herşeyin bişeyi olduğuna, çok aptalca olduğu için hiç prim vermediğimiz, dilde yaşama imkanı tanımadığımız bazı memedalibey esprilerinin, doğru yerde kullanılırsa bir silaha dönüşeceğine kâni oldum.

patronla bir araya geldiğimizde herşey tahmin ettiğim gibi gerçekleşti ve ben planımı eksiksiz uyguladım. şaşırtmacam tam da beklediğim tepkiyi gördü vs. fakat devamı vardı. başlayan bu tuhaf görüşmenin illaki bir sonucu olacaktı. sonradan anladım ki, planım sonuç odaklı değil süreç odaklı idi. sürece o kadar odaklanmışım ki elde etmek istediğim sonuçla hiç ilgilenmemiştim. taktik diyordum ama  "taktik" dediğimiz kavramın bile sonuca odaklı bir içeriği vardı.

yani şekerim patron bu... şirketinde gelir gider dengesi kurma ve tasarruf edecekse nereden edeceği(işçinin cüzdanından hatta sittiret cüzdanı, cüzdanıyla beraber komple işçiden) gibi konularda her zaman salağa yatmayı seven, vahşi ekonomi dünyasında evrime mükemmel uyum sağlamış bir türden söz ediyoruz. ihtimaldir ki, bu taktiği zaten biliyordu ve diyebilirim ki bende olanı bana koydu dostlarım. peki bunu nası yaptı.
gayet basit.
konu maaşa zamsa, yılların tecrübesiyle, patronun "keşke daha iyisini yapabilsem ama ülkenin mevcut  ekonomik durumu..." diye başlayan uzun girizgahıyla, bin dereden su getirmesiyle, sadede bir türlü gelememesiyle ben çoktan "anlat anlat götüm dinliyor" moduna girmiştim ve gafil avlandım.  patronkişi, nezaketen dinler gibi yaptığım o kör anda birden:

- kömik ama yapabileceğim 100 lirö, dedi (ve yersen bakışı)
- ha? ne? kömik mi dediniz? lirö? 
- yüz! (havada ve karada)
- ayy ama memedalibey bi yardım etseniiiz. bu yüzde on bile değil.
- edeyim ama bil bakalım neden sonra?
- parmaktan mıııaahüüühühü..


başka bir başarısız taktiğim için;
bkz: işyerinde suzanlanmaya karşı kozmonot başlığı numarası

20.06.2011

ahkâmları julyen kesiyoruz canım,

böyle kesince tadı kaçmıyo.

i am number four

yemin ederim spoylır yok.

filmi getiren arkadaşa nası bi film diye sorduğumda şunları söyledi, orjinalini bozmadan aktarıyorum: 
hehey yavrum bee!.. böyle film tanıtımına can kurban. bir ailedeki 4. çocuk ha? ulen film isminden yapılmış böyle bi tahminle filmin hikayesine bakınca diyorum bu bizim arkadaş. nası bi arkadaş. insanın işte böyle arkadaşları olmalı.

başroldeki çocuğun eşkalinde holivudun altın çocuk kontenjanına adaylık görüyorum. robert redford'dan sonra brad pitt'de yaşlandı, bu delikanlı akıllı olursa, altın çocuk bayrağını iyi taşıyabilir. yalnız bazı sahnelerdeki yaşar alptekinvari dansa hazır duruşları hususunda birinin uyarması lazım. tamam be konuya geçiyorum:

saldırıya uğrayan lorien adlı bir gezegenden kurtarılan 9 süper çocuk, saklanmaları için yanlarında bir korumayla dünyaya gönderilirler. hepsinin bir numarası vardır, başroldekinin numarası 4. yani hiç öyle ailedeki 4 numara filan değil.  gezegenlerine saldıran kötüler de(havalı tipler, makyaj, kostüm filan güzel) bu sabi sübyanın peşinden dünyaya gelirler ve iz sürüp zavallıları tek tek avlayıp öldürürler. bi de bunları numara sırasına göre öldürürler. filmin açılış sahnesinde 3 numara öldürülür ve şimdi sıra 4 numaradadır. hınını nın.

kötü adamlar iyiydi
bizim, farklı olduğunu bilen ama neler neler ne maydonozlu köfteler yapabileceği hakkında bi fikri olmayan, süper güçlerini kullandıkça öğrenen number 4, güvenliği için sürekli kimlik ve adres değiştirir ama her gittiği yerde de çok lazımmış gibi tahsiline devam etmek üzere bir okula yazılır. her ergen kahramanın gittiği hay skuul ortamlarda olduğu gibi burda da önce bir kıza yazılır sonra kısa boylu, çelimsiz, ezik ama bir o kadar ilime irfana meyilli çocukla arkadaş olmak zorunda kalır. çünkü okulun popüler ama ahmak oğlanı bir grup arkadaşıyla her allahın günü bu çocuğu itip kakmaktadır.

sert bi ablamız olan number 6
kötüler iz sürüyorlar. sevimli ve sadık bir köpeğimiz de var. bir de, number 4'ün kezban kız arkadaşında aradığını bulamayan erkek izleyiciler için taş gibi bir number 6 var. ayrıca number 6'nın yaşadığı evi patlatıp arkasına bakmadan gitme sahnesinde adele'den rolling in the deep çaldı ki, ben sahne üstüne şarkı da girince erken geldim üzgünüm. devamı çekilecek, nambırlar toplancak belli ki. 
izle, eğlen, unut.



o değil de, ben bu yüksekten atlayıp diz üstünde dengede düşme, düştüğü gibi kafayı kaldırıp karşıya bakış atma hareketinin hastasıyım. her filmde  geri sarıp tekrar izliyorum. ölmeden, böyle bi fotoğraflar ya da konusuz, sırf bu hareketi yaptığım bi kısa film çekeyim diyorum kendime. dizlik almalı evet.



8.06.2011

the reader

"insana dair hiçbir şey bize yabancı değil"

 

film devam ederken, bi noktadan sonra artık daha fazla kendimi sıkamayıp ağlarken saate baktım 03.47'ydi. yarın iş vardı, peki ben ekranın karşısında ne halt yiyordum böyle bu saatte...

konusu hakkında hiçbirşey bilmiyordum, kate winslet filmdeki rolüyle (hanna schmitz) oscar almıştı onu biliyordum, kapağından anladığım, büyük olasılıkla bayık bi filmdi bu. film bayıksa biraz izledikten sonra kalanını yarına bırakacaktım. plan buydu. 
olmadı.
film bayık değildi. sonuna kadar izlemeden kalkıp gidemeyeceğin türdendi. film bitti, ancak böylelikle, müsadesiyle yani, ayaklarımı sürüyerek ve burnumu çekerek kalktım gittim yattım. rüyama da girdi. o mahkeme salonunda, sanık sandalyesinde oturduğu yerden, hakkında yürütülen dava ile ilgili, hikayeyi anlamaya çalışan hatta anlamak için kendini zorlayan o dikkatli yüz ifadesi.
 
gelmiş geçmiş en büyük insanlık suçlarından birinin, insanlığın yüz karası bir hikayenin tam içindesin, aktörüsün ama konuyu bilmiyosun! yani sana göre sen söyleneni yapıyosun. işini yapıyosun.

cehaletin kan dondurucu düz mantığı. 

ama film nası iyi film ki demek, kadınlı çocuklu 300 insanın yanarak ölümüne seyirci kalmaktan sorumlu, nefretlik bir nazi gardiyanının düşünmeden iş diye yaptığına, hikayesine, kayıp hayatına üzülüyosun haline.

7.06.2011

30's

hiç sevmedik biz bu otuzları.

yürünmesi gereken yoldan çıkıp yanyollara patikalara sapınca hikayen de sapıtıyor. gerçi aslında o yollar da az aşınmış değil...
fakat yine de canım benim, bu tuttuğun yol, yol değil.. yaşıtların bak nası çekirdek. yapı taşı. küçük toplum artık hep.
ha sen diyosun ki, olsun ben yine de burdan gidicem,
gidersin.
gidilir.
ona bakarsan her yolun sonu aşık veysel zaten.

20: o bacaklar neydi öyle afedersin

zaten yeni yeni gelen kadınlığın, ne zaman ve neden bir süreliğine ortadan kaybolduğunu hiç bilemezsiniz.

arada bir çıkar gider o kadınlık sizden. neden sonra geri döner. aslında sezersiniz. gideceğini yani. ama yine de tam olarak bilemezsiniz. ve doğası gereği, gittiği zamanlar genellikle en lazım olduğu zamanlardır. yeni tanıştığınız bir erkeğin yanındayken mesela. hoop, bir bakarsınız o kadınlık yok. nerde. kimbilir nerde :) çantanızda olabilir mi. hayır, bir rujla makyajınızı tazeleyerek filan geri çağıramazsınız. gitmiştir. geri dönene kadar geçmiş olsun, artık tepeden tırnağa pastörize bir kezbansınız.

mesela geçen metroda, taksim-maslak hattında gitti birden benim kadınlık. ama seziyordum ben buluşmak üzere yola çıkmışken de bunu. diyorum ya, sezersiniz ama durduramazsınız.

metroya bindik. oturduk yanyana. 
karşı koltuklarda ve ayakta insanlar orda burda. aramızda konuşacak bişey pek bulamadığımızdan ölümüne bi ilgiyle bakıyoruz insanlara. insanlara bakmaya tutunarak gidiyoruz yol boyu.

derken duraklar boyunca insanlar eksiliyor ordan burdan. tam karşı koltuklar boşalıyor, yanlarda bir kaç insan oturuyor, ayakta kimse kalmamış. karşı koltukların üzeri asıl işlevini yerine getiremeyen yani hiç birşey göstermeyen anlamsız metro penceresi. pencere iki parça. büyük parçanın üstünde havalandırma için kullanılan ve içeri doğru az açılan küçük parça var. karşımızdaki o küçük parça açık, yani içeri doğru nerden baksan 45 derece eğik. dışarısı karanlık, metronun içi aydınlık. pencere dışarıyı gösteremiyor ama içerisini ayna gibi yansıtıyor.

ölümüne bir ilgiyle insanlara, çantalarına, montlarına, kotlarına bakıyorum ya, bi baktım tam karşıda bir çift beyaz çoraplı kadın bacağı. butlu butlu iki bacak. ay dedim yazık şunun bacaklarına bak ne fena. 
bu acıdığım görüntüden gözlerimi ayırmış tam kafamı çevirirken, o bacakların tam benim oturduğum yerden cama yansıdığını farkettim. tekrar bakıp(sılovmooşın düşün) o bacakların bende olduğunu anladığımdaysa, işte o an itibariyle, kadınlık beni o gece için terketmişti bile! ve gecenin  daha başındaydık ve ben artık bir kezoydum. geceye, o bacakların üzerindeysem  demek ki bir kezo olarak devam edecektim.

merakla inceledim pencereye yansıyan bacaklarımı, benim 30 yıllık bacaklarım nasıl olur da böyle görünürdü? yani uzun muzun değildir ama fena da değildir hani.
ama yani lütfen bu bacaklar ya türkan şoraya ya da belgin doruğa aitti şimdi. ince denebilecek bileklerden, butlara doğru orantısız bir genişleme vardı bunlarda. benimkiler böyle değildi ki. kimin bacaklarıyla gelmiştim ben bu buluşmaya? yaslamışım arkaya, tamam ondan öyle görünüyor zaten(düzelt). ama asıl o desenli delikli kemik rengi çorapların allah belasını versin biliyo musun. severek de giymedim, e o zaman ne bok yemeye giydin. neeeebiliyim, ben ne yediğimi biliyo muyum. o görmüş müdür mü peki. görmüştür tabi tam yanımda oturuyodu beeeğüüff.
"ıyyy" demiştir "şu bacaklara bak allah seni kahretmesin burcu, ne bok yemeye giydin bu bacaklara bu çorapları."
"bi saniye açıklayabilirim."
"bırak allahaşkına neyini açıklayacaksın."
"bu bacaklar benim değil. ben de seninle birlikte ilk defa görüyorum. desem.."
"...."
peki bi biskrem filan versem.

gecenin sonunda, vedalaşırken bi banyo bıçağı lafı da çıktı ağzımdan (kezo'nun dünyası işte naapıcaksın) ama olsun be sevimli olmuştur. bu bacakların üzerinde ancak sevimli olabilirim zaten. yani başarabilirsem. 

bitti.

ilki buydu : başlangıç
hepsi burda : biçem alıştırmaları

4.06.2011

enteresan bir haziran

herşey birbirine girdi.
aslında herşey basit, eğlenceli ve kişisel anlamda öğretici olabilirdi.  
ama bendeniz az gelişmiş üçüncü dünya burcusuyum. bu yüzden durum karışık.
bombayı patlatıyorum. bana bomba arkadaşım. haziran bitmeden bir ev kurmak zorundayım!! konu bu.

aynı işyerinde devam etme kararı aldım nihayet o tamam. ama ev... erteledim erteledim ve işte nihayet yüzyüzeyim. erteledim çünkü konuyla ilgili basit bir duygu içindey(d)im: 
iyi de ben daha çocuğum, nasıl bir ev kurarım ki? 
komik ama ifadesi bu.
korku duygusu o kadar baskın ki, kendi evini kurmanın heyecanına geçemiyorum bir türlü. nasıl korkmaz insan, ev kiralarının, doğalgazların, elektriklerin her yıl büyük oranlarda zamlandığı, hal böyleyken ve buna rağmen kazanılan maaşın da artmayıp durduğu yerde küçüldüğü bir ülkede? bizimkiler de hiç kiracı olmadılar. yani öyle maaşın bir kısmı hoop havaya filan, tuhaf işler bunlar.

konuyla ilgili gerileme tepkileri verdiğimin farkındayım ama geriye gidince çocukluktan hatırladığım, evcilik oyununda bile ayrıntılara boğulduğum. 

zevkle başlayıp gerçeğe uydurmaya çalışırken yorulup sıkıldığım, nihayet bıraktığım. evin içinde "burası da benim evimmiş" diyecek bir arazi seçmek başlı başına bir işti. bir kere çevre yolundan(annenin ayak altından) geçmemesine dikkat edicen, bir ihtar iki ihtar valla götünden uydurduğu gibi resmileşen yıkım kararıyla yıkıverirdi evini, söndürürdü ocağını iki dakkada. anneden gidicen imar izni alıcan, mesela burası sit alanı, burda oynama evladım diyebilir. vazosuz, saksısız, biblosuz, fiskossuz, boş arazi bulucan evin içinde. hadi anneden izin çıktı sen buldun uygun bir arazi, arkadaşın da buldu. başlarsın oyuncakları evine taşımaya. tuhaflık yine peşini bırakmaz. hadi tamam kucağındaki bebek, koluna astığın çanta, gizliden giydiğin topuklu anne terliği filan gerçeğe yakın. ama o oyuncak minyatür yatak odası takımları, yemek odası takımları, minyatür mutfak eşyaları. işte ikinci problem, bu ev eşyaları arasında dev olmak. alice sendromu..  bu saçmalık hissinin o zaman adını koyamazsın, sadece eğlenmek için çok uğraştığının farkındasın ve bu işte bi yanlışlık olduğunun. can sıkıcı bir durumdu ama hadi ulan neyse eşyaları da dizip, zaten birbirine misafir gitmekten ibaret olan oyuna başlarsın nihayet. hayali kapını şıngır mıngır açar, arkadaşını evine buyur edersin. hayali fincanların olmayan küçük kulplarından kibarca tutup, fincanlardan havayı içersin. büyüklerden duyduğu ve anladığın kadarıyla başından geçenleri anlatır, etkilendiğin yetişkinleri taklit edersin. bundan sonrası tekrarlardan ibaret.
tekrarlar...
o zamanlar büyüklerden duyup, rolüme gerçeklik katmak için anlamını bilmeden kullandığım "geçim derdi"yle, bundan sonra laftan öte hemhal olucam ben şimdi. geçim derdi hikayesi ev kurmaya girişene kadar da tanıdık birşeydi zaten. ama ev kurmaya kalkışınca daha bi başka bet hikaye. çocukken olduğu gibi ayrıntılarda boğulmayalım da...

tabi eninde sonunda evim için sağa sola koşarken, bir bakıcam korkunun üzerinden atlamış geçmişim çoktan. ve nihayet elimde evimin anahtarı, açıcam kapımı şıngır mıngır atıcam kendimi bir koltuğa. karşı duvara da güzel bir resim koyayım bari, şimdi bilmediğim o gün resme bakarken bu yazıyı yazdığım ânı, yani şimdiyi düşüneyim. henüz hiçbişeyin başlamadığı, sadece düşünüldüğü, tırsıldığı bu ânı.

bir yanıyla gamsız bir yanıyla telaşlı, şu her zamanki ben yani. bu özellikler ev kurmaya engel değil burcu hanım. ha tamam neyse de.  ben yani. ev kuracak ha. gülesim geliyo. ama hani romanlarda geçer ya öyle: çarpık bir gülesim geliyo. gülümsemesi çarpıldı. yüzünde çarpık bir gülümseyiş vardı. gülümsemesi yüzünde dondu.

neyse işin abbas güçlüsü: korkması bir tarafa, insanın kendine ait bir evinin olması, tüm olası zorluklara rağmen iyi ve yaşanılası bir deneyim.