29.11.2011

sinemadan çıkmış insan çeşitlemeleri

... hemen o anda mahallenin sinemaları sokağa bir seyirci dalgası boşalttı. Aralarındaki delikanlıların davranışları her zamandan daha ataktı. Bir serüven filmi görmüşlerdir, diye düşündüm.

 albert camus,
yabancı

... çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..

yusuf atılgan,
aylak adam

 ... sinema salonlarından çıkıp, gerçeğe alışabilmek için gözlerini kırpıştırdıklarını gördüm.

john fante,
toza sor

11.11.2011

ruh ezen

bana seslenildiğini ve bir anda kendimi çağırıldığım yerde bulduğumu hatırlıyorum. yıkık dökük bir evde, beyaz atletiyle bir berjerin üzerinde oturan bir adamın karşısında. kim bu adam. tanıyorum ben bunu. işyerinde gördüydüm bunu. polis memuru. ne olmuş buna böyle voodoo büyücüsü gibi olmuş. ilk görüştüğümüzde onu dinlerken tipine takılmıştım. ayrık dişli ağzından çıkan sesi hem ince hem çatallıydı. ikisi bi arada pek tuhaftı. adamın sanki hep endişeli gibi bi havası vardı.  konuşurken yaptığı gereksiz tekrarlar, ellerini kullanma biçimi filan takıntılı bi tip olduğunun işaretleri gibiydi. şimdiyse o halinden eser yoktu.
bana niye böyle kötü bakıyodu ne yaptım ki ben bu adama.
konuşmaya başladı. bakışlar çok fena yalnız. 

o bir ruh ezenmiş. ruh ezen? o neymiş öyle yaa. sen polis memuru değil miydin be adam.
"ruhları ezmek için, şöyle yapmam yeterli" diyerek gösterdi bana yaptığını. yaptığı, bir kumaşın kalitesine bakmak için yapılan o evrensel harekete benziyordu. baktım yüzüne. şaka yapan bi hali yoktu. hatta şimdiye kadar hiç şaka yapmamış gibiydi. bu ne saçma şeydi böyle. ama şaka değilse, ruhları böyle kolayca ezmesi çok dehşet vericiydi. yani sanki  tv seyrederken burnunu karıştırmış da burnundan çıkardığını topaklamaya çalışıyor gibi. onu da bişeyin altına sürecek gibi ve bunu da gizlice yapmayacak gibi. öööyk. pis herif!

tanıdığım bir kaç insanın ruhunu ezdiğini ve şimdi sıranın bende olduğunu söyledi. bişey diyemedim. aklıma hiçbir kurtuluş yolu gelmiyordu. içinde ruh ezen adamların olduğu bir film izlememiştim. kaçmak istiyordum ama odanın kapısı, o manyağın yanındaydı. herşey ondan yanaydı sanki.

"anneeee" diye bağırmaya başladım birden anlamsız bir şekilde. adam da şaşırmıştır. o zaman yine çıkamadığım bir rüyada olduğunu anladım. sıkışınca anneeee diye bağırıyorsam kesin rüyadayımdır çünkü. yattığım yeri biliyordum. kadıköyde yeni evimde olmalıydım. içeride annem uyuyordu. sesimi duyup gelecek ve beni uyandıracaktı. bu manyak polise ruhumu ezdirmemek için yaptığım plan buydu. bütün rüya gayretimle  bir kere daha bağırdım. 
ve tam "-neeeeee" kısmında uyandım. 
gerçekten uyandım. kendimi doğru evde, doğru yatakta düşünmüştüm. ama içeride uyuyan bir anne yoktu. voodoo büyücüsü gibi olan polisli rüya ile gerçek dünya arasında annemin içerde uyuduğu bir başka güvenli dünya daha kurmuştum demek ki. vay anasını. bazı rüyalar, rüya değil yaşantı mübarek.  o insepşınlar hep gerçek aslında. işyeinde kısa bir sohbet ettiğimiz polisi düşündüm. gün içinde öylesine görüp geçtiğimi sandığım ama aslında farkında olmadan bi rüyada lazım olur diyerek bilinçaltımda bi köşeye attığım tipler, yüzler, sesler, karşılaşmalar. tuhaf.

fakat işin insepşını filan bi yana, rüyadan "anneeee" diye bağıran kendi sesimi duyup uyandığımda, annemin evde olmadığı bi dünyada yaşadığımı farketmemse çok acıklıydı. rüyanın korkunçluğunu unuttum, o an orada olmayan bir anneye seslenişimdeki hüzne boğuldum. fırsatı kaçırmadım durumu daha da dramatikleştirmek için bir kaç damla yaş da süzüldü yanaklarımdan. (evet sırt üstü yatıyordum ve kollarım da yorganın üstündeydi) baktım gözyaşlarım boynuma doğru gidip gıdıklayacak beni hemen omuz silktim, gözyaşlarımı yorganımla sildim. tekrar ruh ezen polisin yanına gitmemek için dikkatle daldım uykuya.

2.11.2011

kamelyalı kadın


"ben derim ki: bir dil adamakıllı öğrenilmedikçe konuşulamayacağı gibi 
insanlar da iyiden iyiye tetkik edilmedikçe roman şahısları yaratılamaz."
okuduğum ilk romanının ilk cümlesi
kılıftan o kapağını hiç görmedim


kitap okumayı seven insanların benim gibi olanları, maziye bir bakıverince okudukları ilk romanı, yaşadıkları ilk aşk gibi anımsarlar. daha güzelleriyle karşılaşmış olsalar da, ilki bir başka  gelir onlara. aslında hiç de unutulmaz ya da inanılmaz değildir hatta genellikle tesadüf eseridir. o sıralar illa ki birine aşık olmak icabeder ve işte o'dur yani o olur öyle. böyle insanlar ilk aşkını değil, o zamanki kendilerini düşünmeyi severler daha çok. ilk kez aşka düşme halini. birden "içine düştün yeter artık" diye bağırır  anne ozamanlar birzamanlar. okuduğu romanı kasteder. "aynoolduki" deyip zoraki  kaldırır başını insan. meğer çorban soğumuştur mesela. kafa gitmiş tabi. kafa romanda. ama beden çorbanın vaktinde içilmezse soğuyan ve anlamını kaybeden o basit dünyasında hep. ruh-beden ikiliği hakkaten ne pis bişeymiş böyle zamanlarda anlıyo insan.

içine düştüğüm, okuduğum ilk roman fransız yazar aleksandre dumas'ın yazdığı kamelyalı kadın'dı. o sıralar en fazla 10 yaşındayım. kapıldığım kitap ne küçük prens, ne çocuk kalbi, ne şeker portakalı... kamelyalı kadın.  bir fahişenin hüzünlü hikayesi. te allaaam bişeyim de normal olsa. kamelya neydi, fahişe ne demekti, bakire kimdi. en temel noktalar benim için bilinmezdiler. yine de sormadım kimseye. cümle içinde kullanımından kamelyanın çiçek olduğunu çıkarınca fahişeyi de bakireyi de çıkarırım diye düşündüm heralde.

sayfaları bak böyleydi
hiç unutmam kitap tahta gibi sert kapaklıydı. eski duvar kağıtlarındaki gibi ebruli bir desen vardı üstünde pembeli beyazlı. kapakta bişey yazmıyordu ne yazar ismi ne kitap ismi. demek ki renkli parlak kağıda basılı bir kılıfı vardı da kaybolmuştu. kitap sahaflarındaki o eski kitap kokusu sinmişti her sayfasına. küflü gibi. sayfaları sarıdan kahverengiye dönüktü ve muhteşem bir yazı stiline sahipti. evet muhteşemdi o yazı stili. neydi. allah bilir new times romandı. yani her zamankindendi. ama değildi işte. o eski kitabın içinde o yazı stili unutulmazdı. yeryüzünde bir tek ananemin başarabildiği kabak tatlısı gibiydi. işte bana öyle gelirdi. o yazı stilinden sözcükleri takır tukur, dudaklarımı kıpırdatarak okuyordum. pıtıtı tıpıtı tokutu tutkutu. kitap orta kalınlıktaydı. ben de orta kalınlıktaydım, okuma hızı bakımından olsun, anlama bakımından olsun. olsun. geç olsun güç olmasın. bir hafta sürmüştü okuyup bitirmem. haftada bir kez yıkandığım için banyo günüme de denk gelmişti mesela. banyoda öylece elimde kitapla dikildiğimi görüp beni banyoya koyduğu gibi bulan anneme allah sabır vermişti.

romanın konusu da yazı stili kadar sürükleyiciydi. tam anlamıyordum ama sürükleniyordum. 

bir kadın karakter vardı, çok güzeldi, çok hüzünlüydü, sürekli operalara davetlere gidiyordu. insan isimleri yabancıydı ve söylemesi zordu. özel isimlere gelince dilim dolaşıyordu pıtıtı tuputu dut! ilk okuyuştan sonra yüksek sesle tekrar ediyordum. kıştı. ev sobalıydı. camlar buğuluydu. sıklamen diye bir renk vardı. televizyonda köle isaura yayınlanırdı, zenginler de ağlar daha başlamamıştı. okumayı sevdiğim yer sobanın arkasındaki koyu yeşil uzun koltuktu. sokaktan akranım çocukların sesleri geliyordu. annem pencereden bakıp o çocukların kış havasında üstlerinde incecik giysilerle nasıl hasta olmadıklarına şaşırıyordu. romanın sonunda kadın veremden ölüyordu. kitabın bitiyor olması, kadının veremden ölmesinden daha çok üzüyordu.
ama nooldu. o ilk romanın ordan aldım yürüdüm ben sonra. yaa.