30.01.2012

moneyball ve du bi çay koyayım ben

bi'tancik bile oscarı olmayan brad pitt'in bize ezası diyorum ben bu filme. yeter çektiğimiz,   akademi  insaf et gayri...

brad pitt olmasa bu film, bu kadar dikkat çekmezdi. çok net.  brad pitt'in oyunculuğu da gayet net ama bu rolle oscar zor be.
yine gol değil. 

değilse diyıl, çok da fifi ama artık verin şu adama şu oscarı.  götünün kılı kadayıf oldu, ne iyi filmlerde ne tiplere girdi, neler döktürdü ama  hem ona yazık hem o oynuyor diye izleyen bize yazık.  banane yani amerika futbolundan di mi bi yerde.  niye vuruyolar nereye koşuyolar zaten anlayan beri gelsin.

ah kimler, ne şehlalar, ne yandan yemişler, ne aktörlükten nasibini almamışlar oynuyor aşk filmlerinde de,  bu garibime haram.  kim aklına girdi, yoksa yakışıklısın diye çok mu üstüne gittik bütün gezegen?  ama durum bu.  o oscarı kucaklamadan,  göğsünde yumuşatıp vole çakmadan hafifmeşrep filmlerde oynamaz, oynamazallahoynamaz. biz de dünya gözüyle göremeyiz.

yavan oldun brad
zaten yani itiraf edeyim ki,  nicedir gözüme,  hani böyle fazla pişmiş,  suyunu vermeye vakit bulamadan kızarmış,  kesmesi zor,  hadi bi parça kestin attın ağzına,  bu seferde çiğne çiğne bitmeyen,  ağızda büyüyen kırmızı et gibi görünüyosun sevgili brad.
oscar goes to...  hadi nasipse aslanım.  çözülsün şu düğüm.

ondan sonra akalım senlen sabun köpüklerine, çerezlere, gary marshallara, jane campionlara.

26.01.2012

başçavuşun eşşşeği

yeni bir ofis hikayesi.
iki sekreter arkadaş,  ben ve yukarıda odasında oturmayı sevmeyip genellikle ofiste vakit geçiren müdür. 

canım sigara çekiyor, kalkıyorum.  beni gören sekreter arkadaşlardan sigara içeni de ayaklanıyor.
o esnada peşpeşe telefonlar çalıyor, ofiste olan suzan abla birine bakıyor ama öbürü çalmaya devam ediyor.  sigaraya gelmiş olan sekreter arkadaş hızlı davranıyor, diğerine bakıyor.  biraz şaşkın konuşuyor,  sonunda telefondaki kişiyi müdüre bağlıyor,  ayrılmayın lütfen.  pıt.

yanıma geliyor,  bana bakıp diyor ki:
- seni değil ama eşşeğini tanıyorum. 
- o ne be?

meğer klasik bir çalışma hayatı tepkiselliği olarak dilinin ucuna geleni arayan kişiye söyleyemediği yerden bana devam ediyormuş.  demek ki arayan da başçavuşmuş. :))
"ne dedi ki" dedim. sert ve derhal bir sesle, "ben başçavuş Obarey Kıymıkoğlu, kurucunuzla görüşmek istiyorum" demiş. 
kurucu kurduktan sonra göğe yükseldi bizi ordan izliyor deseydin, dedim.  o daha makul yaklaşıp müdüre bağlamış. 
iyi bize ne.  biz sigaraları yaktık tellendiriyoruz. 

bi süre sonra kapı aralanıyor,  gelen müdür.
-evet müdür bey?
-bu bana bağladığın başçavuş mudur nedir.  tam bi fırıldak.  bundan sonra ararsa,  bana sormana gerek yok direk odama bağla.
ikimizde   bu söylediğinden "onunla özel konuşmak istiyorum" gibi bişey anlıyoruz.  ama müdür devam ediyor:

- yani ben alt katta ofisteyken, yukarı odama bağla. telefon çalsın dursun. 

25.01.2012

arkasına

ev hanımı annelerde ajanda sahibi olma hastalığı vardır. o şevkatli ve hep verici kadın, 
eşinin ya da çocukların elinde hiç kullanılmamış, yeni bir ajanda gördüğü zaman, bilbo baggins'in yüzük görmüş haline bağlar.

peki bir ev hanımı ajandayı ne yapar? 

kendi dert yanmaz mı, günlerin ne kadar da birbirine benzediğinden? temizlikti yemekti diziydi bakmışsın akşam olmuş. e neyi not edicek ajandaya bu kadın? 

gelişen teknoloji bir ajandaya not etmesi olası ne varsa(telefon numaraları, yemek tarifleri) hepsini sildi süpürdü. ama size ne ne yapacağından, hem ondan kıymeli mi(ssss) alt tarafı bi ajanda? falan filan bir çok evde tanıdık sahneler... bu noktada ev hanımlarının ajanda seviciliği bi muamma.  ama sizi temin ederim, hayatta daha büyük muammalar var.
annem gibi.  

annem de ajanda avcılığını çok sever.
annem tarihine göre önemli notlar almayı seven de bir kadındır.
o halde annem, ajandaları önemli notları yazmak için avlamaktadır...
diyebiliriz.
dil sistemi içerisinde mantıklı olur ama gerçeğe uygun olur mu? 
olmaz. 
ama sizi temin ederim gerçek, çoğu zaman kurmacadan daha mantıksızdır. hele annemin dünyasından söz ediyorsak.

annemin aldığı önemli notlara bakarsak aslında pekala ajandaya yazılacak cinsten olurlar ama annem ajandaya yazmaz. o ajandalar, ilk 1-2 sayfadaki birkaç nottan sonra bomboştur. 

peki annem bu önemli notlarını nereye alır?
cevap veriyorum: "arkasına."
mutfağa astığı takvimin arkasına, alışveriş fişlerinin arkasına, koşan atlar tablosunun arkasındaki kılıfa, ev telefonunun yanındaki küçük not defterinin arkasına.
ve bakınız şu türden notlar bulunur. (tarihleri uydurdum ama notlar aslına uygundur):


"7 aralık 2002 tüp taktırdım.":  bu nottan bi sürü var. tüp aniden bitip sürpriz yapmasın diye
"13 haziran 2003 mamografi kontrolüne gittim.":  bu iyi bişey ama zaten belgeli
"5 mayıs 2007 yiğidin astım krizi. cihaza girdi.":   cihaza giren evladı için tuttuğu not.
"23 ocak 2008 burcu regl oldu.":   bu nottan da bi sürü var, eskiden kendininkini de yazardı. buradaki mantık, bir ay sonra reglim gecikirse anneme soracağım, anne ben geçen ay ne zaman regl olmuştum diye. annem de aldığı nota bakıp derhal söyleyecek.
"6 ekim 1997 emel sayın'a ilgimi kaybettim.":   anne bakıyorum da tv'de emel sayın çıkınca artık pek oralı olmuyorsun,  dersek annem de hemen...  (şaka len şaka böyle bi not hiç olmadı.  ama annemin emel sayın'a azalarak biten hayranlığı gerçek)

biz bu saçma alışkanlığı üzerine düşünmedik bile.  annem de böyle biriydi işte. 
ama bir gün evde bi not gördüm ve artık o gün,  bu benim özbeyöz annem de olsa evet notunu verdim. 

o gün evde hizmetçi kız kiraz modunda bir türkü tutturmuş kıyı bucak temizlik yapmaktaydım.  elimde vileda sopası,  omzumda toz bezi vardı. kafamda tülbent,  tülbentin üstünde de tarafımdan çiğnenip tutturulmuş sakız.  altımda kırk etek,  onun içinde paçalı don... aman tamam ne be.  hayır yani keşke okumam yazmam da olmasaydı. neyse.  o sıra salondaki eşyaların tozunu almaktayım.  açık gri renkte, kocaman bir televizyonumuz var,  önünü sildim "arkasına" geçtim.  bi baktım ki, televizyonun arkasına mavi tükenmezle kelimesi kelimesine şöyle yazılmış:

"22 eylül 2009
    yiğit gitti   
  allah yolunu açık etsin"  
?!
sakız düştü. 

şimdi bi kere onu oraya yazandan çok (yazanı bırak artık, o mutlu öyle) onu okuyana yazıktır.   herşeyden önce insan, o notu yazanın oraya yazma ânını düşünüyor ister istemez.   annem eline tükenmez kalemi alıp evin içinde gezinmiş,   etrafa tavana filan bakıp nereye yazsam...  nereye yazsam...  hımmm dur şu televizyonun kıçına yazayım...  mı demiş?
yok yaa çok absürd.
ama absürdmabsürd. buna benzer bişe olmuş işte.

ya peki o an birimiz oradan geçerken yakalasak onu:
-anne ne yapıyorsun televizyonun arkasında? 
-not alıyorum kızım. 
-ha iyi iyi.. ne? bi dakka nası?

o değil de, 
haftaya annem istanbula geloor, fena özledim. :)

20.01.2012

lö samuray ve hayalet replikleri


birine bakarken, sanki karşısındakinin yüzü saydammış da, o  yüzün arkasında çok uzakta bir yere bakıyormuş gibi bakan bir adam. adamımız jef castello. soğuk bi insan. kendinden sonraki bir çok filme ilham olmuş bir film. izlemek gerek. hiç söylenmediği halde film  boyunca ve film bitince kafalarda çınlayanlar şunlara benziyor olabilir: "anlamıyorsunuz ama anlamanızı isteyen kim",  "yalnızım çünkü böyle daha iyi",  "siz hayatımın son kısmını izlediniz, bir de öncesi var ama size kimse anlatmayacak",  "boşuna samuray demedik",  "bir zamanların 40 kapılı paris'inde 40 anahtarın 40'ınında kulbu kırık küb." son cümleyi sadece filmi izlemiş olanlar anladı. (ya da onlar da anlamadı ama anlamanızı ist...erim tabi niye istemeyim) 

18.01.2012

in search of a midnight kiss

sonu da pek güzelmiş

before sunset/sunrise havasında. bence daha başarılı değil ama daha gündelik hayatın içinden, daha siyah beyaz.bir film.

bazı filmler bitince hani içinizden, yapılan hoşluğa kısaca gülümsersiniz ya da filme ilişkin,  "iyi hoş hadi olmuş tamam ben kalkıyom" gibi birkaç sözcük geçer. aslında "çok da şey değil yani" diyorsunuzdur; "yok yok asla kötü değil de... aman işte  anladın yaa" demeye çalışıyorsunuzdur.

fakat iki gün sonra bile hala bazı sahnelerini hatırlarsınız.
filmi düşünmenin hoşunuza gittiğine şaşırırsınız. güzelmiş yaa, dersiniz.
film öyle.  

a film with me in it

ian fitzgibbon'un yönettiği 2008 yapımı irlanda filmi.

ilk yarım saatine sabredenleri eğlenceli ve akışkan kremalı geri kalanıyla ödüllendiriyor. farklı bir senaryo ve iyi fikirli bir film.
ben dylan moran'ın peşinden giderken bulup izledim ve çok memnun oldum tanıştığımıza.


filmi özetleyen cümleyi belleğimdeki annemin fırsatını bulunca yapıştırmayı sevdiği klişe sözler klasöründen çıkarıyorum:

"ah şu duvarların dili olsa da konuşsa."



17.01.2012

batan Costa Concordia ve ona bakan moteli görünce..


  "uzun yazılar yazarak kimsenin sabrını denemiyordum aslında. ben sadece."
b.s.
..duramadım. sanırım önce gemilere olan tuhaf düşkünlüğümden bahsetmem yerinde olur. 

gemilerin  hastasıyım. gözlerimi alamam ben onlardan.
gemiler, benim gördüğüm halde gözlerime inanamadığım şeylerdir hep. boş zamanlarımda gemi fotoğrafları toplarım.
gemide olmayla ilgilenmem, gemiye karşıdan bakmaya inanırım. dibinde olmaktan korkuyla karışık bir zevk alırım. (böyle bir iş görüşmesi yaptığımı düşündüm şimdi. "biraz kendinizden bahseder misiniz" denildiğinde bunları söylediğimi hahaha)

büyük gemiler beni büyüler. her türlüsü. yolcu gemileri, savaş gemisi, kum çıkarma gemisi, gemi formunda olan hepsi. şu üstünde uçak pisti olanlar dışında demek istiyorum. onlar berbatlar. batan gemileri de severim. tabi titanik de buna dahil.  gerçek hikayesi, fotoğrafları, filmi, "celine dion" dışında herşeyi.

bazen tıpkı bir açık hava sergisini ziyaret etmek gibi, açıklarda gelişigüzel duran o gemileri görmek için deniz otobüsüyle bakırköye giderim. işim olmadığı halde... hayır tamam aslında bakırköy'de bir işim yoksa sırf gemileri görmek için hiç gitmedim. ama gitmeyi düşündüm. her bakırköy yolculuğunda gemilere bakarken düşündüm bunu. arada bir, sırf gemileri ziyaret etmek için atla idoya dedim. kısmet olmadı. 

"hayat var" adlı filmden bir kare
sırf gemiler yüzünden reha erdem'in hayat var filminin bendeki yeri ayrıdır. boğazdan geçen gemiler ve onların çevresini sandalla dolaşan sahneler.. kendi hayalini bir filmde görmek.. izlerken zevkten felç geçiriyordum nerdeyse. bilseydim sinemada izlerdim. bilemedim. kısmet olmadı.



Selin-S


ha bir de selin-s.... ah selinse...
hani kumkapı sahilinde 7 yıl boyunca yarı yatık yarı batık duran honduras bandıralı gemi. o orada öylece yatarken, nice dizilere, filmlere dekor olurken, bütün o süre boyunca ben izmirdeydim. bir fırsat bulup da ziyaret edemedim. bir gün denizi kirletiyor diye kaldıracaklarını okudum gazetede. paniğe kapıldım. sırf selin-s için, kimseye de haber etmeden günü birlik gitmeyi düşündüm. gidemedim. kısmet olmadı.

neyse ki hayal kurmak diye bişey icat olmuş. onlar o devasa yapılarıyla suyun üzerindeyken kendimi denizde, o geminin dibinde hayal ettiğimde çıldıracak gibi olurum. (tabi ki hayalimde geminin pervaneleri ben oradayken çalışmaz. lütfen biraz mantık! yeri gelmişken şu gemileri neden pervanesiz yapmazlar kuzum? gerçekten akıl almıyor)

rüyalarımda düzensiz aralıklarla gemi görürüm. hatırlamadıklarımı da hesaba  katarsak katrilyarlarca gemili rüyam var.(örnek rüya 1: hayırlara giden bir rüya örneği) bu rüyalardaki temel duygularsa hep aynı. korkuyla karışık tuhaf bi mutluluk. gemilerin benim için ne ifade ettiğiyle ilgili çok düşündüm, psikanaliz kitapları okudum ama bir sonuç alamadım. ne freud ne jung, insandaki gemi aşkı ile ilgili tek kelime etmemişler. en akla yakın tahmini birçok rüyamı dinlemiş olan arkadaşım fincan yaptı ve gemilerin azametini hayatla ilişkilendirmiş olabileceğimi söyledi. bilmem. belki.

örnek rüya 2:

queen mary 2 ve tanrı kavramı üzerine tekrar düşünmek
güya benim deniz kıyısında derme çatma bir evim var. ben evimin önünde yüzüyorum. ev o kadar yakın ki, annem verandada örgü örerken ilmek kaçırsa, görüp uyarabilirim. deniz derin, öyle ki, hiç açılmamış olduğum halde, kafamı suyun üstünde tutmak için açılmış kadar efor sarfediyorum. ben suda takılırken eve arkamı döndüğümde birden dibimde devasa, queen mary 2 kadar büyük ve güzel bir gemiyle karşılaşıyorum.

o kadar korkunç ki... ama gemiye bakıyorum allaaam o kadar güzel ki...

öyle hayran hayran bakarken kendime geliyorum, lanet pervaneleri her an çalışabilir, çabuk davranayım sudan çıkayım da şuna dünya gözüyle karşıdan bakayım diyorum. bir kulaç iki kulaç.. hala aynı yerdeyim. uzaklaşamıyorum! yüzüyorum yüzüyorum gemi hala dibimde. beni takip ediyor olamaz çünkü ev hala aynı uzaklıkta. ev o kadar yakın ki annemden havlumu istesem kalkıp uzatması yetecek. halbuki "anne havluyu bırak elini uzat, buradan çıkamıyorum çek beni" desene! rüya kafası işte, demiyorum.
ayrıca bi saniye bu ne saçma şey? annem nerdeyse evi biçecek kadar yakın kocaman gemiyi görmüyor mu? sorsam belki "yine gemi rüyası görüyosun burcu" diyecek ve uyanacağım. sormuyorum.
gemiyle ev arasında kıç kadar yerde debelendim durdum bilinmez rüya zamanı boyunca. neden sonra denizden yeni çıkmış gibi su içinde ve korkuyla uyandım. 
costa concordia
geçen gün italya'nın toscana açıklarında batan Costa Concordia adlı gemi. bu haberin görüntülerinin bana ne ifade ettiğini anlatabilmem için bu uzun girizgahı yapmak zorundaydım.

bir kaç gündür fotoğraflarından gözlerimi alamıyorum. geminin (maalesef 6 kişinin ölümüne sebep olan bir kazayla) battığı yer, istesen olmayacak tuhaf bir kompozisyon  oluşturuyor. bir yerleşim yerinin kıyısında, küçük ve bodur evlerin, sıradan kasaba yaşamının karşısında, devasa kütlesiyle yıkılmış bir gemi duruyor. tek kelimeyle olağan-dışı. iki kelimeyle olağandışı güzel. kasabayı da içine alan açılardan çekilmiş en güzel fotoğraflarından özellikle biri beni yeniden hiç gerçekleşemeyecek bir hayale sürüklüyor.

costa concordia manzaralı şanslı otel
geminin tam karşısında, bence kazadan sonra işleri tavan yapacak küçük bir motel var. adı "oeno's hotel" gibi bişey, tam okuyamadım. fotoğrafı gördükten sonra, o gemiyi parçalarına ayırıp oradan götürmelerinden önce orada olmak fikri aklımdan çıkmaz oldu. o motelde costa concordia'yı gören bir oda tutmak...

şimdi kenarda üç beş kuruş param olsa,
iki gece kalsam o olağan-dışı manzarası olan küçük motelde... sigaram içkim olsun, yemek filan da istemem hani... otursam manzaranın karşısına, sadece gözlerimle değil, tüm duyu organlarımla zihnime yerleştirsem görüntüsünü. esen rüzgarla gelen batık gemi kokusuyla karışık deniz kokusunu, kıyı kasabasının kokusunu, aşağıda akan gündelik yaşamın kokusunu hepsini bir bütün olarak çeksem içime... ah ulan be.

aslında gidilebilir. ama acele etmek lazım. ya da olmayacak duaya... yok neyse yaa. ikinci bir selin-s acısı daha taşıyamaz bu kalbim.

16.01.2012

koşan inek fotoğrafının hikayesidir


belli başlı olaylar ve hatırlamaya katlanabildiklerimiz haricinde ergenlik çağımızı tüm detaylarıyla hatırlayamayız. evreni sarmış olan ihtişamlı düzen ve ahenk buna izin vermez. çünkü bütün şapşallıklarımızı hatırlasak bu acıya daha fazla dayanamaz kendimizi öldürürdük. şüphesiz ki tüm bu mükemmel evren, yörünge sistemleri, güneş, ay, yunuslar ve tüm bu dekor, biz kafamıza göre terkedip gidelim diye yaratılmamıştır. hım? tanrının, sıfırdan yaptıklarıyla ilgili nedense takdirimize ve tezahüratımıza ihtiyacı var farkındaysan. tuhaf değil mi lan. herneyse burcu.

dün bir vesileyle, zihnimin ergenlik yıllarına ait tozlu raflarından, unutulmaktan tanınmayacak hale gelmiş bir hatıramı çekip çıkardım bilince. hatıram, bir gizeme dairdi. (burda gizemi, ergen dimağına göre düşünücez.) şimdiki bilincimin taze ve nemli havasında, hatıraya ilişkin tüm görüntüler, kokular, sesler bugünmüş gibi canlanıverdi birden.

17 yaşındayız, o sıralar henüz teoman 17'yi bestelememiş.
scratla takılıyorduk. ta dibine kadar ergendik. birlikte değilsek, genellikle odalarımızdaydık. özellikle kız ergenlerde oda çok önemlidir. bir kız ergenin odası onun tapınağı gibidir. o tapınak ki, hem isyana hem arınmaya tanıklık eder. hem edepsiz düşüncelerin güzergahı, hem gizli planların karargahıdır. ve illa bi duvarında, bi mantar pano asılıdır. o dönem öyle bir mantar pano hastalığı oluyor.  ona ilham veren sözler, onu ifade eden bir kaç fotoğraf, komik şeyler ve belki iş olsun diye asılmış bir ders çalışma programı.
andrea joseph

benim panom hayatıma yön verecek özlü sözler, kitaplardan altını çizdiklerimle dolup taşıyordu. o sıralar anna karenina'yı filan okuyordum, genellikle rusyadaydım. -izmleri anlamaya çalışıyordum, varoluşçuluğa batmıştım. ilerde büyük bir roman yazacaktım. rahatsızdım, hassastım, hisliydim.

hayatı anlama sistemim, sormak yerine yanıtı kendi kendime bulmaktı. bu sistem beni çok yordu. zaten bir türlü gelemediğim asıl hikaye de bununla ilgili.

scrat'ın koyu mavi bezli panosunda bir kaç özlü söz, okumak istediği kitap isimleri, bir kaç fotoğraf, komik suratlar, birbirlerine karışmasınlar diye raptiyelere takılıp sallandırılmış kolyeler, küpeler(iyi fikir) vardı.

aramızda suratsız, sevecek bişey bulamayan ve dayaklık olan bendim. scrat hep daha neşeliydi, sevgi filan doluydu bu. birbirimize gider gelir, odaya kapanır çene çalardık. bi ara küsmüş olucaz ki ben epey gitmedim scrat'a. neden sonra gittiğimde panosunda eski bir fotoğraf gördüm. dikkat çekici bi manasızlığı vardı.

koşan bir inek fotoğrafıydı bu. 

siyah beyaz, eski fotoğrafların bazılarında olduğu gibi beyaz tırtıklı çerçeve içine alınmış, çayırda koşan bir inekti. ön ayaklarından biri tam havada diğeri yere yeni inmiş, inek ciddiyetiyle fotoğrafa bakana doğru koşuyordu. gayri ihtiyari scrata dönüp sordum:

- bu ineği niye astın buraya?

işte o anda scrat, aptal bir inek fotoğrafının benim için yıllarca bir gizem olarak kalmasına neden olacak yanıtı verdi:

- çünkü romantik.

iki sözcük. "çünkü romantik."
romantik? bi daha baktım ineğe. nesi romantik? ulan ben bu kadar kitap okuyorum, altını çiziyorum, -izmlere batmış durumdayım da şu inek fotoğrafında varsa bi romantizmi göremeyecek miyim yani? kendime yedirip soramıyorum, "sence neden romantik?" diyemiyorum. mevzunun çevresinde dolanıyorum "nerden bu fotoğraf?" diyorum, dedesinin bahçesindeki ineklerden biriymiş. izmirin göbeğinde bayraklı'da bahçe mi varmış. varmış tabi, sonra oralar hep apartman olmuş. çocukken yazları o bahçeye giderlermiş filan "ama şimdi bunları boşver"miş.

o günden sonra bir daha sormadım scrata ineği. verdiği gizemli yanıt, bi anda scrat'ı benden daha sanatçı ruhlu, daha derin, daha ilgi çekici kılmıştı gözümde. fotoğraftaki romantizmi anlayamayan sığ yüzümü görsün istemiyordum.

o inek o panoda yıllarca durdu. çünkü bir ergenin büyümesiyle panosuyla ilgilenmesi arasında ters korelasyon vardır.biz büyüdükçe panonun hayatımızdaki yeri küçülür, hatta yıllarca güncellenmez.

scrat'ın odasına her girdiğimde o koşan inekle mutlaka göz göze geliyordum. bazen scrat, içecek bişeyler getirmek için beni odasında tek başına bırakıyordu ve o zaman panoya iyice yaklaşıp ineğe bakıyor ve kâh kısık sesle kâh içimden soruyordum:

-niye romantiksin senn?
-senin neyin romantik?
-romantiklik kim sen kim?

bu gizem olduğu gibi kaldı. biz büyüdük, dünya kirlendi. scrat odasının dekorasyonunu değiştirdi ve o artık hiç güncellemediği, bakmadığı panoyu da attı. ineğe ne oldu bilmiyorum ama artık inek yoktu. göz görmeyince gönül unuttu. ineği de, fotoğraftaki gizemi de.

iki yıl önceydi sanırım. yaşım olmuş 29. aradan geçmiş 12 sene. eskilerden konuşuyorduk. odalarımızın en eski hallerinden filan. birden koşan inek geldi aklıma, scrat da hatırladı fotoğrafı. eski sistemi kullanmayı bıraktığımdan gayet doğal ve sakin sordum:

burcu: scrat, o inek fotoğrafının nesi romantikti?
scrat: romantik mi?
burcu: öyle demiştin, hatırlamıyor musun. sana sormuştum nerden çıktı bu inek demiştim sen de çünkü romantik demiştin.
scrat: ay öyle mi demişim?
burcu: eveth!
scrat: kızım öylesine demişimdir...
burcu: "öylesine" mi demişsindir?
scrat: ergendik burcu. ne dediğimizi biliyo muyduk? allahallaa ben de bi tuhafmışım hahahah. 
burcu: ... !?
scrat: ne bakıyon be öyle? sende bi boku hatırlamazsın da bu mu kaldı aklında?
burcu: ben yıllarımı verdim ulan o fotoğrafa. vereceğin yanıt bu mu? bari "çocukluğumu hatırlatıyordu ondan romantikti" de. yazıklar olsun scrat, ben gidiyorum!
scrat: ne? dur be manyak. biran duruyo hem!
burcu: bırak yaa, yedin gençliğimi. sen iç onu da.

keşke scrat koşan ineğin fotoğrafını bulsa da, tarasa da, gönderse de ğil mi. ;) 

15.01.2012


yarın bana hatırlat da şu romantik inek fotoğrafının hikayesini anlatayım.
hayır, inek romantik değil, fotoğraf ro... yarın dedim! şimdi uyumam gerek.

12.01.2012

bir "işe servisle gitme" macerası

"..ya aslında ikimizde şehlaysak Scrat ve 
üzülmeyelim diye kimse bunu bize söyleyemiyorsa?"
b.s.
çoğumuzun arkadaşları arasında, kendi mesleğini açıkça sevmeyip başka işlerde şansını deneyen maceraperestler vardır. benim perestim scrat. hikayesi de bir yıl öncesine ait.

scrat bir gün arayıp bir iş bulduğunu haber verdi. gıda üzerine üretim yapan orta ölçekli bir kuruluşta  yetiştirilmek üzere eleman aranıyormuş. bilmemne tereyağları diye bir firmaymış. internetten incelemiş. düzgün bir yere benziyormuş. başvurmuş, işe alınmış. scrat, firmanın idari binasında ofis işi yapacakmış. iş görüşmesi sırasında bizimkine demişler; "servisimiz var, işe servisle geleceksiniz" diye. :))

işe başlayacağı sabah giyinmiş kuşanmış, on numara makyajını yapmış, tam vaktinde çıkmış dışarı servisini beklemiş.
tam önüne bir kamyonet yanaşmış. arkası penceresiz tamamen kapalı, hani arkası buzhane gibi olanlardan... hani dondurma kamyonu gibi... (gözünüzde canlandırın fotoğraf buldurmayın bana yaaa)  pencerelerin olması gereken yerde bilmemne tereyağları yazıyormuş.

şoförün yanı doluymuş. (daha kıdemli bi çalışan heralde o)
eee? bizimki nerde gitçek?
scrat kamyonetin arkasına bir daha bakmış, yüzü seğirmiş, gülecekmiş ama neler oluyor merakıyla dur daha gülememiş. 
şoför inmiş, scrat'la birlikte kamyonetin arkasına gitmişler, şoför hızla iki kapıyı tutup açmış. 
scrat içeride karanlıkta ayakta durmaya çalışan, tavana çarpmasın diye başını eğmiş, kendi gibi bakımlı hoş bir kızla göz göze gelmiş.
kız ayakta kalma mücadelesi içinde nerdeyiz nooldu der gibi bakıyormuş. 
içerde ne oturacak bir yer, ne bakılacak bir pencere varmış.
scrat şoföre dönmüş, kıyamam girdiği şoktan heralde, sora sora şunu sormuş: 
"ayakta mı gideceğiz?"
şok bu. insana neler dedirteceği hiç belli değil.

halbuki mesela "insanların bindiği servisiniz yok mu?" yerinde bir soru olurdu. ya da
"niye tereyağların olması gereken yerde ben varım? bana baksana sen, tereyağına benzer bir halim var mı benim?" cırlaması ya da bırak yaaa sadece şu:  "şaka mı bu?"
şoför ciddi ciddi bişeler anlatmış ama -boşver o zamanda ve şimdi de- ne önemi var ki?

scrat tüm prezentabllığıyla binmiş arkaya, binerken içerdeki kıza "günaydın" demiş.
kızın günaydını ise şoförün tpuff tpuff! diye kapattığı kapı sesleri arasında yitip gitmiş.
kız bi anda yokolmuş. yani her yer karanlık. ortalık makber yeri.
scrat tutunacak yer aramış, kıza da sormuş, kızın tekniği iyi. çantanı yere at demiş ve tutunabileceği yerleri tarif etmiş.

bunlar iki şaşkın, yolculuğa hazırlar artık, araç hareket etmiş. scrat sıkı tutunduktan sonra
artık kahkahayı koyvermiş. bitmeyen sinirsel bir kahkaha nöbeti. düşünüyorum da o karanlıkta yanındaki zavallı kız için korkunç olmuştur.
zaten scrat anlatırken diyor ki, 
"burcu istisnasız yol boyu nöbetler halinde geldi gülmeler. yanımdaki kız önce tıs tıs tıs gülüyordu, sonra o da manyakça gülmeye başladı." belki de kızcağız manyakça gülerek sempatik olursa, scrat'ın ona acıyacığını, kahvaltıda ekmeğine sürmeyeceğini düşünmüştür, kimbilir. onun işi daha zor.

scrat ne kadar gittiklerini bilmiyormuş. azılı suçlu ya da bir külçe altınmışçasına yolculuk ediyormuş.
bilmediği bir süre sonunda ve artık karanlığa gözleri çoktan alıştığında araç durmuş. kapı açılmış. ışık ve nurla dolmuş içerisi. scrat'ın gözleri kamaşmış, yavaş yavaş ışığa alışmış. "tüm inananlar orada toplanmıştı burcu" diyor.

bu hikayeyi telefonda gülmekten karnıma ağrılar girerek, nefesim kesilerek, genzime tükürük kaçırtarak, öksürerek ve balgam çıkararak, adeta gülmekten ölerek dinledim. kalan tüm enerjimle ve defalarca baştan alarak şöyle diyebildim:
"işin içinde tereyağ olmasından anlamalıydın scrat"

7.01.2012

bağımsız değişken olarak bardak

1. ders,
eğer tanımadığın bir mekanda içiyorsan, biranı şişede iste.
illa bardak istiyorsan şişenin yanında getirsinler, şişe değişken bardak sabit olmalı. 

(tabi ki tahmin edilebilir bişeydi ama ancak görünce ibret alıyosun)

4.01.2012

bahtımın rüzgarında bozulan saçlarım

bi' anlamadım kendimi...
hayatımda yapmak için geç kalınmış bir garsonluk mesleği vardı; cuma günü itibariyle onu da icra etmeye başlayacağım aq. allaam içimde nası bi vatandaş rıza potansiyeli varmış meğer. 

vallaaa şimdi nasıl oldusu benim için de muamma. dün sabah uyandım ve şu soruyu sordum: fırsat verilirse neden garsonluk yapmayayım. düşündüm: yapmamak için bi sebep bulamadım. gün içinde fikir iyice aklıma yattı. aynı günün akşamı çalışmak isteyebileceğim yerleri dolaştım, kimisi yapma dedi kimisi hobi olarak bile yapma dedi kimisi neden yapmayasın dedi. onunla da prensipte anlaştım hemencik. cuma akşamı işe başlamak üzere ayrıldım. dün sabah gözümü ilk açtığımda düşüncesi bile yoktu ama akşamına ikinci bir işim vardı bile. iki işi yaza kadar sürdürebilirsem havam binbeşyüz. kime neye peki bu hava? işte temel soru bu. yani kafa olarak öyle bi kanala girmişim ki, ne yapsam çok tebrik ediyorum kendimi ve başarılarımın devamını diliyorum. bişeyleri telafi etmeye çalışıyorumdur diplerde bi yerlerde ama boşuna kurcalamak istemiyorum. kaldı ki kurcalasam bile gerçek nedene ulaşabilir miydim, şüpheli. birbirine eşdeğer en az on tane geçerli neden bulurdum bunlardan en az beş tanesi apaçık saçma olduğu halde çok mantıklı olabilirdi. "bahtımın rüzgarı saçlarımı bozdu ama iyiyim ben ihihi" şeklinde özetleyebileceğim son zamanlardaki bu ruh halimle ilgili en iyisi ockham'ın usturası'na başvurmak, en basit yanıtı doğru kabul edip geçmek.

bulgar muhaciri gibi oldum, bu ne böyle doyamıyorum çalışmaya. korkuyorum hızımı alamayıp gidicem zonguldağa çekilin taşkömürünü de ben çıkarıcam.

1.01.2012

başartmadılar

yeni yılın ilk dakikalarında kadıköy sokaklarında, elinde şarap şişesiyle dolaşıp, ısrarla ve defalarca öğretmen marşını söyleyen bir sarhoş vardı. tam olarak sabitlenemediği göremediği insanlara öğretmeniz biz ama polis olmayı düşünüyoruz diye beyanatlar verdi veriştirdi.

o rezil bendim. 

aslında sebeplerim vardı, lütfen bi izin verirseniz açıklayabilirim de ama,
ne gerek var değil mi?
her zamanki hikaye, en gönülsüz olanı bakmışsın ki en önde...
can sıkıntısı ve amorti.


 
 
nerden aklıma geldiyse. ortaokuldan beri mırıldandığım bile yoktu.