30.06.2010

günün sayısı 3

bugün 30062010... bendeniz günlerin tarihlerini toplama falcısı. gülüyor insanlar buna. 3 benim doğum günü sayım. ordan çıkarıyorum kendimce bişeyler bugün üzerine.
bi kere benim kadar kararsız bir havada geçiyor gün, yağmur bir yağıyor bir duruyor. güneş açmışken gök gürlüyor. sabah bir takım işverenlerle gayet olumlu temaslarda bulundum ve yarına iki randevu kaptım.  ve daha öğleden sonrayız... çayım sigaram yanımda, in the mood for love soundtrack'inden harikalar harikuladesi blue'yu dinliyorum şu anda...

sabah beşbuçukta uyandık terasta dolanan karga sesleriyle. uyandığım gibi gülecek birşeyler aradım kafamda. arada oluyo böyle bana. bulamayınca uydurdum bişeyler: hayatımda büyük olasılıkla hiç açmayacağım bir bara isim buldum; "isim kıtlığında açılan bar"dı bu. bunun ardından kıçımı dönüp biraz sessiz kaldıktan sonra  yine aynı dakikalarda, hayatımda şok olduğum zamanları gözden geçirip çok üsturuplu şok olduğumu farkettim ve kendime "şok terbiyecisi" ismini aldım. son olarak, kitaplığımdaki bütün felsefe kitaplarını (tam bunu düşünürken gözümün önüne john locke'un insanın anlama yetisi üzerine isimli kitabının kapağı geldi) çok çok yaşlanınca okumaya karar verdim. son sözleri "hımmmm..." olan ihtiyar bir kocakarı olarak hayal ettim kendimi...

corciyanus'a söyledim uydurduklarımı, o ise tüm bunlara karşılık, sabah yüz yıkamanın bir anlamda uykudan ayrılmak olduğunu ve bunun onu hüzünlendirdiğini söyledi bana. ben de onun deliliğin sınırlarından sakin ve salına salına gelen bir kadın olduğunu belirttim. 

sonra kalktık mükellef ötesi bir kahvaltı hazırladık, corciyanus yaptığım omlete hayran oldu ama yine de yedi. hayranlık duygusunun nasıl da şiddet içerdiğini böylelikle bir kere daha müşahade ettim. şimdi o çalışıyor ben tıkır tıkır yazıyorum. ve hatta yolluyorum.

21.06.2010

"mekan nerde" diye sorma, en son nereye koyduysan orda!

yaşım oldu otuz, nihayet o yıllardır kafamda evirip çevirdiğim tuhaf ve rahatsız edici sözcüklerden anlamlı bir cümle kurabildim. cümle şu:

"felsefe okumak aslında hiç bana göre değildi"

belki bir iki sözcük eksik ya da fazla olabilir ama hikaye bu. her türden açık uçlu sorular iç gıcıklayıcı ama başı sonu belli düşünce sistemleri, alternatif düşünme biçimleri ve destansı dünya kavrayışları gerçekten ve ancak iç parçalayıcı. nazarımda. ben pratiğin, somut olanın, elle tutulanın, öznel hikayelerin, temellendirmeye gerek olmayan hayallerin, hayatı daha komik yapmaya yarayan genellemelerin ve denizdeki gemilerin gözlerimi alamadığım büyüleyici duruşlarının varlığıyım. 

bugün bunu bir el havlusunu amacından biraz uzak ama çok takdire şayan bir işlev için kullanırken farkettim. bu aydınlanmaya bir havlunun sebep olması ise, otostopçunun galaksi rehberini deli gibi seven benim için tatlı bir tesadüf oldu. tekrar okumaya başladım. 

şimdi düşünüyorum, tevekkeli değil, okulda hoca hiç şakası olmayan bir eda ile "mekan nerde?" diye sorduğunda millet "ne kadar da yerinde bir soru bu böyle" dercesine kaşları çatık sağa sola havaya bakarken bana gülmeler, gülmekten ölmeler geliyordu. daha o zaman aynı hocanın değil de başka bir dersin hocasının dediğini yapmalı ve dersi terketmeli ve soranlara limon satmaya gidiyorum demeliydim. ver limonu al parayı sadeliğinde başlayıp kimbilir belki işleri büyütecektim, ticaret kafam gelişecekti ve buralar hep benim olacaktı. fakat o yaşlarda bu türlü keskin kararlar almak da zordu. 

felsefecilere ve felsefeyle uğraşmayı sevenlere çılgıncasına saygı duymama rağmen kabul edelim, bana bir bakın, söylediğim gibi di mi, potluk yapıyor biraz evet evet. okuduğum kitapların kafamın deli gibi açılmasına, üstü açılan arabalar gibi birden her yönden gelen rüzgarlarla ferahlamasına yol açtığını defalarca deneyimledim. felsefe kafası hakkaten güzel. dışarda deli dalgaların duvarları yalaması enfes, çöl ortasında şişedeki sinek durumu, banyo küvetinde balık avlama modu bambaşka... fakat arada sırada... 

vay ki vay, yanlış bölümde okudum ben lan. demek o yüzden felsefe öğretmenliğine de hiç bulaşmadım, tiiiiiiii.... hep dedim koşullar başka türlüydü filan....
içimden bir his, bu seçimde benim parmağım var diyo.?!:(!?...:))

20.06.2010

ellerime kırlangıç yağıyor...

"zehirli karanfiller büyüttüm dargınlığımın saksılarında
biberli bir kokuları vardı"

koca anfide yankılanan tekdüze sesin söylediklerine dikkatimizi toplamaya çalışarak oturuyorduk, derse girmeden önce ne konuşmuşsak daha çok oradaydı aklımız, benim belki gözlerim sezer'in anfide nerede olduğunu arıyor olabilirdi. ne olurdu sanki derse de elimizde çayımız ve sigaramızla girseydik. şahsen benim dikkatim daha geç dağılırdı. hocayla karşılıklı tüttürseydik, bi hoca tanıyorum o mesela desteklerdi bunu. ama o öndeki kereviz kızlar yok mu, hani hoca ı-ıh dese yazanlar, hı-hı dese yazıp yanına yıldız koyanlar, sınavda çıkabilirciler... onlar kesin o ışıltılı saçlarıyla itiraz eder, giysilerinin kokacağını söylerlerdi. böyle muhatapsız tartışmalara kayıp duran akıl arada bir hocanın yükselip azalan sesine odaklanmaya çalışırken sürekli birlikte takıldığımız arkadaşım bir defter yaprağı uzatıvermişti durduk yerde, içinde atilla ilhan'ın bir şiirinden bir parça...

bu eylemin, o günle, günün gündemiyle, sürmekte olan dersle hiç bir bağlantısı yoktu... (henüz bilmediğimiz geleceğe düşülen bir not imiş meğer, sonradan bulacaktı anlamını...) aklına gelmiş, yazmış ve bana vermiş. ben okumuşum, defterimin arasına koymuşum. ders bittiğinde üzerine konuşmaya bile gerek duymadığımız bir iş.

o zamanlar bir sebepten darıldı bu arkadaşım bana. yıllar geçti bunun üzerinden, çok yıllar... ben defter arasındaki o şiir parçasını unuttum bile. arkadaşımı unutmadım ama hiç. güzel andım hep. yıllar sonra eskileri karıştırırken o kağıt parçası karşıma çıktı bir gün. bulsam onu dedim, karşısına çıksam ve o satırları söylesem geçer mi dargınlığı? değer ulan, dedim. trajik insanın minnacık ve önemsiz yaşamını, filmlere benzetme çabası ontolojik bir problematik olarak yine karşımıza çıkıyor burada, dikkat buyurunuz. baştan aşağı "değer ulan" varlığı olarak istanbula ilk yolum düştüğünde, düştüm elimdeki bir adresin peşine. o caddeyi koştum baştan sona, girdim çıktım ilgili, benzeri işyerlerine, sordum onu, yok dediler.
sonra ulaştım tesadüfi bir şekilde kocasına, hımmm evlenmiş filan bak, kaçırmışız o özel günleri... kocasına verdim telefon numaramı. nezaketen onunkini istemedim ama  kocasınınkini de almayı akıl ettim. sonra bekledim. aramadı beni hayvan. trakya damarı tuttu eşşeğin. eh artık bırak peşini di mi? tabi canım bıraktım zaten. sikerim böyle aşkın ızdırabını dedim aynen. kapattım konuyu.

sonra bu gelişimde istanbul'a, hiç öyle bir fikrim yokken ama adamakıllı içmişken ve gevşek bir keyif hali içindeyken ve hayat hakkaten ne güzel herşeye rağmenken,  masadakilerden birini 7 yıldır görmediği bir arkadaşı aramaz mu? düşünmeden aldım telefonu elime, buldum kocasının ismini, bastım arama tuşuna. açtı karşı taraf, önce kendimi tanıttım kafa döndüğünce ve, ver bana dedim o eşşeği. eşşekkafalı çıktı telefona. telefon numaram sana ulaştı mı dedim, evet dedi. aramadın dedim aramadım dedi. böyle de net bi insan. dedim ne zaman buluşuyoruz terbiyesiz kadın. pes etti heralde bu yapışkanlığa. anlaştık.

geçenlere buluştuk. ben o şiir parçasını da söyledim sohbetin bir yerlerinde. daha destansı olmalıydı ama gündelik yaşam, bi çay daha alır mısınız diyen garsonlar ve konuşacak bişey bulamayış krizleri arasında kaynadı gitti. olur öyle. o benim hiç değişmediğimi düşünmüş ben de onun hiç değişmediğini düşündüm ama birbirimize  hiç inanmadık hahahaa... biz kadınlar...

geçen gece onda kaldım. sabaha kadar konuştuk, eskiden aramızda anlamlı olan çoktan unuttuğumuz komik deyimlerimizi tekrar kullandık laf arasında. hafıza garip şey; benzer yeni bir yaşantı içinde çıkıyor eski yaşantı parçaları yüzeye. güldüğümüz edepsiz fıkralar bile geldi aklımıza. politikadan bile bahsettik, başkası olsa kalk ulan masadan diyeceğim, kalkmasa, masayı kaldırıp atacağım muhteşem(!) fikirlerini paylaştı benimle. (gavur izmirliyim, tersim pis) nihayet artık beynimizin tüm gri hücreleri birayla mayalandığında ne tanrı ne devlet aslında biliyo musun diyerek kapadık konuyu. çok film izliyormuş sevindim buna. sezer'in okul zamanlarında benim ona aşık olduğumu, düşmanca bakışlarımdan meğer çoktan anladığını öğrendim.

böyle işte. buluşacağız bundan sonra fırsat buldukça. sinemaya gideceğiz. miyazaki filmlerini severmiş, ben öyle tutkunu değilim ama olsun izleriz birlikte. deer hunter'ı çok sevme konusunda birleştik. o bilardo sahnesini unutmazmış ben de düğün sahnesini hatırlattım. aldın mı ordaki mesajları dedi, aldım dedim.
ben bi iş bulabilirsem, istanbul'a yerleşebilirsem daha da iyi olacak tabi.

fena olmadı diyorum yani.

istek üzerine açıklama: yazıda dargınlığımızın sebebini atlamışım nedense hehe. eee, şey şimdi,... O, derslere girmeyip sağda solda (daha çok solda) gezip durmaktayken, benim derslere düzenli devam edip düzenli tuttuğum ders notlarını istemişti ve ben de vermek istemedimdi. yediğim bişeylerdendi ya da havalar mı kötüydü,  ama sanki bir  öküzlük salgını vardı o ara belki, bilemiyorum, bulaşmış bana o ara. şimdi tamam herhalde.

7.06.2010

hayat ne monşer bişeymiş

yine monşer dedi...
arkamda televizyonun içinden konuşuyor şu anda.
monşerlik müessesesi... kurum kurum kurumlaşma... ben de onu diyorum, monşerce başladılar hunharca bitirdiler diyorum. ha bu arada ben geçen üç gün boyunca  bir işe girdiğimi, istediğim paraya anlaştığımı, yakın geleceğe ilişkin hayaller kurabileceğimi mi sanıyordum? çook yanılıyordum.

olmadı anlaşma.
bu arada herkesin vakti bol ya... hepimiz ölümsüzüz yaa.. bir insanın zamanından alınan üç mesai günü o kadar normal ki, lafını etmeye değmez. dikkat edilirse "çalınan" bile demiyorum, çünkü çok olağan yaklaşımlar bunlar... o kişinin bu iş için geri çevirdiği işler'i konuşanı zaten dövüyorlar. öyle bir düzen-i hikmetullah humeyni bir hayat.

yine döndük başladığımız noktaya ve hatta geri çevirilen işleri düşünürsek daha da geriye. bahane de hep aynı: "sana çok değer veriyorum ama" der gibi, "seninle çalışmak istiyoruz ama kurumun bir ücret politikası var, bu istediğin rakam çok, biraz in." inelim canım. şimdi dükkanının kapısına kilit vursa, yaptığı birikim yedi ceddini doyurur, ama bir dişin kovuğunu doldurmayacak rakam artışı yedi ceddin hayatını tehdit eder. bu nası hesap? nasıl bu umursamazlığa varılıyor? nerden gidiyoruz? biz de varalım aynı yere. tübitak bunu araştırsın.

bu sefer de epey heves geldiydi bana ha! nefret ettiğim mesleğime sempati kıvılcımları çakıyordu kafamın bir yerlerinde. aylaklağımdan lutfedip kabul ettiğim işe giremedim. beynimin narsist gri hücreleri şokta..

iyi oldu bana iyi. böyle hafif bir şımarıklık gelmişti, iyi oldu sürttü burnum. ne o havalar; şansım dönüyorlar, nihayet hayat bana da gülüyorlar...
hatta hayırlısı bile olması ihtimaller dahilinde.. ihtimaller denizinde. şarkısı bile vardı
neyse yani, "hayırlısı böyledir" de, at denize.