20.10.2010

okyanusa karışan şair

taaa ergenlikten muzdarip olduğum,  "n'oluyoruz ulan" dediğim işkilli zamanlardan, yardım etsinler diye sarıldığım romanlardan şiirlerden bugünlere kadar aklımda kalan bir kaç satırdan biridir arif damar'ın şu kısa şiiri:






"bir damlasıyım okyanusun, 
ama okyanusum..."

"ne film dönüyo burda" sorusuna arifane bir yanıttı, sakinleştirmişti beni o zamanlar.


17.10.2010

hakkaten kalabalıkmış!

böyle bi karikatür vardı selçuk erdemindi sanırım. iki tipitoş türk ölüp cehenneme gitmişler ama antik tiyatro gezer gibi bir halleri var. ilerde bi bekçi zebani türklerden sıtkı sıyrılmış havada dinliyo bunların muhabbetini. biri diğerine, eliyle kefeninin yakasını silkeleyip kendini yellemeye çalışırken diyo ki: hakkaten sıcakmış!

ben de istanbul'un keşmekeşi klasiğini bugün az evvel dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım karikatür komiği gibi yaşadım. işten çıktım. sanıyorum hem bir cumartesi akşamı olması hem de sonbaharın son günlerini yaşıyor olmamız nedeniyle canını seven kendini dışarı atmıştı bugün. atmıştı atmasına ama peki nasıl ve saat kaçta içeri girecekti? beğendi mi yaptığını peki? baktım valla pek sallayan da yoktu keşmekeş filan.

boğadan aşşa sallandım rıhtıma. önce otobüse baktım şöyle yan gözle, kıyamet gibi kuyruk. hiç düşünmedim bile direk minibüslere yürümeye koyuldum. minibüslere doğru giderken benim binmeyeceğim minibüs duraklarında muazzam kuyruklar gördüm ki, derhal kaçmak elzemden başka bişey değildi. dedim ne bu insan sürüleri yaa. ne bu kara ütopyalardan fırlamışçasına insan manzaraları... o sıraydı sanırım içimden hakkaten kalabalıkmış diyesim geldi işte. sonra bir döner bakarım ki aynı allahın yanına çıkmış kuyruktan benim durakta da var. dedim zaten canım sıkkın uykusuzum yorgunum atla taksiye neyse parası verirsin nedir yani. ben sanırdım bu minibüs kuyrukları 1970 lerde türkan şorayın sultan filmini çektiği yıllarda, çiçek abbas 'ta filan kaldıydı. kararsızlığım yüzünden yine de kuyruğun sonuna geçerek ihtiyatlı davrandım. hayat bir rezillikten başka bişey değildi orada. öyle dururken peşpeşe üç minibüs geldi aldı sıradaki civcivleri tıka basa. üçüncü minibüsün arka dörtlüsünde cam kenarına denk geldiği için içi imkanlar dahilinde sevinçle dolan bir civcivdim ben de artık. ki çilem dolmamıştı.

trafik vardır diye açtım kitabımı -ki ismi manidar: "benden selam söyle anadoluya". kitabın ismi şöyle devam edebilirdi rahatlıkla "buralar bok gibi"- taktım müziği kulağıma. kendimi dehşet bi trafiğe ve kafadan iki saat yola hazırladım böylelikle. derken E-5'ten giden ve takılmadan giden o minibüste kendime göre artık gelmişimdir diye düşünerek ineceğim yeri sorduğumda şoförle birlikte yolculardan bir kaç terbiyesizin de "o hooo" dediğini müşahade ettim. sanırım bu "orayı epey geçtik abla" demek oluyordu. naparsın inersin karşıya geçersin, geldiğin yolun bi kısmını geri gidersin. (eve yeni taşındığımdan ve yer yön fukarası olduğumdan şaşırıyorum hala ineceğim yeri) bindim tekrar minibüse bu sefer aptal civcive oturmak yok tabi. tıklım tıkış ... envai çeşit koku... bu sefer tetikteyim inmeye fokuslanmışım. indim o bet durakta. gerçekten çok çirkin olan o üst geçitten geçerken bi ağlama geldi bana. bana da böyle teklifsiz geliverir ağlamalar. hele de regl öncesi sonrası. çok ağlamadım öyle iki damla yaş. insanlardan da tırsıyorum E5'lerde ağlanır mı. nerdeyim, nerden geldim nereye gidiyorum, izmire mi dönsem, dün gece ne üzücüydü, bugün ne yorucuydu, hayat ne kadar tuhaftı filan eve vardım işte.

ha bu arada sinirlerimi bozup ağlamamı tetikleyen, son bindiğim minibüsteki cengiz kurtoğlu müziği olabilir. yok ulan dokunaklılığından değil, bilakis kepazeliği tamamlayan bir film müziği oluşturmasından. bence bu minibüs şoförlerini tek tek alıp döve döve klasik müzik dinletmek lazım. matah bişe olduğundan değil sırf intikam için.

16.10.2010

"mandal"lara yaptığım tuhaf açıklamalar

diyorum ki,
yaşam, yaşandığı haliyle, tüm oldu bittisiyle dünyaları alan şu bellekte durabildiği için de trajiktir. sırf  "nerden fırlatılıp nereye gittiğimiz muamması" değil yani yaşamı trajik yapan.


birgün bütün aleladeliğinin ve kaydadeğmezliğinin altını çizmek için,
kendi koşullarına sıkışmış bana benzerler adına "biz de vardık" demek için durduk yere,
otobiyografimi yazıp yayınlarsam
adını "mandallara yaptığım tuhaf açıklamalar"  koyucam. ben o mandallardan kendime küpeler yaptığım için yaşadım yaşıyorum zaten şu hayatı.

bi de "mangal"lara olan hayranlığım var her daim. mangallara imrenişim.
yaşamım mandallara yaptığım tuhaf açıklamalar ,bu açıklamaların etkilerini gözlemliyim derken bulanma, mangallara imrenme ve kendime göre çat pat mangalca dilinde düşünmeyle geçmekte hala ve tüm saçmalıklarım mazgallardan sızıp inmekte morcivert bilinçaltıma. mongolluğuma ise diyecek yok.

12.10.2010

abi seviyosan git konuş bence - 2

haaa masaya vurdun yumruğunu, yok mu dedin şöyle dört başı mamur, adam gibi eksiksiz gediksiz bir film? olmaz mı güzel kardeşim. bir arjantin-ispanya ortak yapımı mesela: El secreto de sus ojos. film gibi film.

sonuna kadar heyecan uyandıran anlatımı, oyuncu performansları, esprili dili, muhalefeti, romatizmi, tek plan çekimlerdeki başarı (neydi o stadyum sahnesi öyle),güzel kamera kullanımı filan derken daha bitmedi, müzikleri de kat işin içine. vallahi on numara film. yönetmeni Juan José Campanella imiş. takipçisi olmak gerek bu adamın.

bu filmin aşk hikayesi kısmının da özeti aynı: abi seviyosan... biliyosun işte.

abi seviyosan git konuş bence...

dün, tarafımdan pek de hararetle beklenmeyen bir tatil günüydü. uyandım, iki saat kadar oyalandım yatakta, daha da yatardım ama düşünmenin sonu yoktu, bitmiyordu. kalktım bari.
ne yapabilirdim mükellef bir kahvaltıdan başka? bir iki gazete alırdım, gazateler bitince bi film takardım. çıktım alışverişe, yarım kilo salatalık, -evde domates var- yarım kilo peynir, indirimden bi nutella, bi hürriyet bi cumhuriyet bi ekmek. günlük süt bulamadım. greyfurt mevsiminin başladığını gördüm. almadım ama. kim taşıcak şimdi. boşver sonra.
döndüm eve. kahvaltı hazırlarken bi türk filmi takayım dedim, ses olsun bana bi yandan. baktım, son ders: aşk ve üniversite diye bir film varmış. afişinde ferhan şensoy'u görünce ,aaa böyle bi filmi mi varmış, tamam dedim bu olsun. başladı film, başladım ben domatesin kabuklarını soymaya. film ilerlemekte, ben artık kahvaltı masasındayım. hem izliyorum hem yiyorum. kahvaltı dediğin en fazla 15 dakka. ve zaten sigara tellendirmek içindir yemek. aldım gazetelerimi, çayımı, laptopu geçtim içeri. gazeteler beklesin, film iyi gidiyor, hele bitsin.

derken filmde mutlu sona bir türlü eremeyen, ertelenen aşk hikayeleri. hadiiii... önce doldu gözlerim. sonra çok sürmedi, katıla katıla ağlamalar geldi. film iyi, güzel de öyle çok da şahane değil şimdi. ferhan şensoy harika ama bütün oyuncular ferhan şensoy gibi de değil hani. ortalama bir filmle bu kadar ağlıyorsan vardır bi derdin. var işte. bi de bakıyorum ki kendime şöyle, ulan çok komik görünüyorsun diyorum . diyorum ama filmi, ağlama geldikçe durdurup biraz ağlayıp devam ettirmekten başka bişey yapamıyorum. öyle ağlıyorum ki konuşulanları duyamıyorum. bi de evde yalnız oldun mu çok salıyosun beaabi. al sana, sürpriz bir şekilde kurbağa olmanın hikayesi bir öğleden sonra...
ha son not olarak ekliyim, o kadar ağlayıp zırlamam bile durul bazan adlı itici şahsiyete tekrar uyuz olmamı engelleyemedi, filmin en tipitoş yanı bu adamdı  bak.

5.10.2010

ışığın arkasındaki


".../ O zaman, nedense, insanın tanrıyı görmeye katlanamadığı için ışığa ihtiyaç duyduğu gibi tuhaf bir fikre kapılıverdim. Karanlık, tanrının ta kendisiydi. Size şahdamarınızdan daha yakın, her yerde olan ve gören, her zaman sizi sarmalayan başka kim olabilirdi ki? Siz onu göremezdiniz çünkü ışığın arkasına saklanırdı."

Alper Canıgüz 
Oğullar ve Rencide Ruhlar'dan...