26.02.2012

the artist

imdb'ye gider

söğüt dahil her dalda bütün ödülleri toplasın o kadar.

23.02.2012

rüyada kendi ayağını görmek, ama noolmuş bişey olmuş buna demek

sevmiyorum böyle rüyaları. 

bilinçaltımın bir yerinde jodorowsky tarzı semboller üreten, rüyasını çekip bilince yollayan bi yer var. merkesüssü bilinçaltı olunca gidip bulmaya, karşına alıp konuşmaya ümidin de olmuyor. 

bakıyosun, bi boka benzetemiyosun ama huzursuz eden, piss pezevenk bişey olduğunu hissediyosun.

hayra alamet de olmuyorlar. yani benim yakında ortaya karışık sıçacaklarımla ilgili, henüz benim de bilinç düzeyinde bilmediğim, arka bahçelerimde üretimine geçtiğim bişeylerin habercisi rüyalar bunlar. 

bu sabah güne asabım bozuk başladım. çünkü rüyamda sol ayağımın bir kısmı baş parmak hizasından topuğa kadar adeta çıta gibi ayrıktı. parmak ve devamı tam kopmamış, topuktan hala ayağıma bağlı haldeydi. kalın etten çubuk gibiydi. kan yok. yara yok. acı yok. tertemiz. 
öyleymiş benim o ayağım.başparmağım fazlaca ayrıkmış.

sağa sola, belirsiz birilerine soruyorum. ne yapmalıyım. dikilmeli mi yapıştırmalı mı ne yapmalı.
kimse yardımcı olmuyor. ben düşünüyorum, nası yürünür ki böyle? hep düşer bu. yürürken ayağımın altına girer bu parça, diyorum. parmakarası terlik giyemem artık, diyorum. lastikle mi paketlesem? lastikle paketleyip çorabı da giydirdim mi...  

ama bunları düşünmek hiç hoşuma gitmiyor. ayağımın görüntüsü hiç iğrenç olmamakla birlikte öyle de olmaması gerekiyor. bakakalıyorum ayağımın haline sonra yine belirsiz insanlara bakıyorum sağa sola, bi yardımcı olsanız der gibi.

19.02.2012

Voskhozhdeniye

izlemeden önce filmin orjinal ismini telaffuz edemeyişimize sıkılıp, böylesi okunamayıp mal mal bakılan yabancı sözcüklerin uğrattığı sükut-u hayale aldanıp izlemekten vazgeçersek hata ederiz. (ne be, oluyo bazen. daha izlemeden ismiyle kendinden soğutan filmler oluyo. olmuyo mu. bilmem bana oluyo.)


belli ki, filmin kadın yönetmeni larisa shepitko, 1977 yapımı bu filminden bir kaç yıl sonra bir trafik kazasında ölmeseymiş, daha neler neler kimbilir ne harika filmler yapacakmış. 
filmin türkçesi tırmanış.

ikinci dünya savaşı sırasında, iki bolşevik askerin, nazi subayları tarafından esir alınması ve devamında irdelenen savaş psikolojisi, seçimler ve sonuçları hakkında.

iki asker. birinin "insanca yaşamaya olan bağlılığı" ile ötekinin "öyle ya da böyle salt yaşamaya olan bağlılığı" çarpışıyor. fakat sona doğru nedense biri giderek  isalaşırken ötekine judas rolü düşüyor.

17.02.2012

ben, proust, selami şahin



bu hayatın içine bir proust sayfası açmak, gizlice öç almak gibi.

kayıp zamanın izinde'yim. çiçek açmış genç kızların gölgesindeyim bugünlerde. yani  proust epeydir mıkır mıkır anlatıyor, ben dinliyorum; evet canım... hı hı... muhakkak... muhakkak tabi...

tek sıkıntı var,  kütle halinde yazmış kendisi.
bir kitabı okurken ayracınızı koyup bırakacağınız yeri genellikle bölüm başlarından seçiyorsanız, bu müşkülpesent adamla işiniz zor.

bir paragraf arası bulunca insan adeta çocuk gibi seviniyo, biraz kendiyle ilgilenmeyi filan akıl edebiliyo,  kültablasında unutulan sarma tütün sönmüşse yeniden yakıyo, soğumuş çayın kalanını bi dikişte içiyo, ne bileyim mesela erkekse, bir önceki paragraftan beri uzamış sakalı bıyığı traş ediyo (rolabilir).

(yavaş oku biraz allahaşkına selami daha şarkıya giremedi)

öyle bir, nasıl bir,  cilt payı dışında yer bırakmamacasına ha babam yazmak. kağıdı önünden çeksen altındaki güzelim yorgana devam eder. (genellikle yattığı yerden yazan nezle nevazıl bi insanmış kendisi)

hele ahir ömrüm vefa eder de biterse dur daha neler anlatıcam. samuel beckett'ın tabiriyle bu çalçene kadınefendinin ilk cildin ilk bölümünde bana çektirdiklerini, başımdan neler geçtiğini ve hala zaman zaman çağırdığı keçilerimi de bir bir yazıcam buraya sen duuur. 

le haine


peki ama gözcüleri kim gözleyecek?
Juvenatis, 
"Hicivler"


bu muhteşem film, dün gece beni silkeleyip sallayarak kendime getirdi de, reglöncesi mutsuzluğumu filan sittirettirip, ulan daha bunun neleri var dedirterek düşündürmeyi bildi.
siz benim gibi yapmayın, bu filme daha fazla geç kalmayın. 

12.02.2012

9.02.2012

bir çılgınlı keder bulurum seni

bu blog vesilesiyle arada bir yazıştığımız, uzun zamandır yazdıklarımı takip ettiğini bildiğim antioğlakla, geçen akşam bir çılgınlık edip hayatımızda minik bir heyecan dalgası yarattık. 
buluştuk!
birbirimizi hiç tanımıyorduk. 

dönerci john
her ne kadar onun hakkımda yazılarımdan yola çıkarak bir fikri olsa da, internetle sosyalleşen tuhaf insan alemi söz konusu olunca, edindiği fikrin hiç bir kıymeti olmayadabilirdi. sanal alemde istediği kişi olanlardan biri çıkabilirdim. dönerci john gibi.

benim aldığım risk de az değildi.
benim için eskide kalmış ama yılların bir türlü eskitemediği(aşkta hakan peker olmak diyebilcaamız) saplantılı sevgili, kötü bir sürpriz yaparak karşıma çıkabilirdi. 
hadi bu kadar berbat olmazdı da, buluştuğum kişi, zebra desenli tayt giymiş, baygın bakışlı serengillerden bir kokoş olabilirdi. 

neyse ki, gayet ekose montlu, başına gayet günlük kış yaşamı beresi takmış, gayet kalın botlu kendi halinde güzel, hoş, tatlı bir kadınla karşılaştım. ben de gayet süper kahraman paltolu, gayet işten çıkmış halde, gayet ha gayret bi insandım. 

yolda laflamaya başlayıp oturduk bir yerlere. ben buluşmadan önce "eh olmadı 1-2 saat oturup kaçarım" diye bi ihtimal bile koymuşken, akşamın ilerleyen saatlerinde hoş sohbetin ve biranın tadıyla karışık "ne iyi etmişiz de buluşup tanışmışız" duygusu içindeydim. 
sonra oturduğumuz yerde dali'ye rastladım. dali, üç ayda bir görüştüğünüz de sohbeti tatlı gelen bir adamdır. karşılıklı "nerelerdesin yaa, üç ay oldu mu görüşmeyeli" diyerek selamlaştık. o da katıldı bize.
zaman su gibi akarken ringo ringo biralardan sonra, çok da içmediğim halde ben, 
kelle oldum.

antioğlak, bahsettiği gibi sağlam içici bir kardeşimiz olarak, kah götünden yakmaya çalıştığım sigara için uyardı, kah midye mi yesek demelerime takılmadı. velhasıl sanki çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz, sağlam arkadaşlar gibi içtenlikle geçirdik vakti. içtenliğin gözünü seveyim, arkadaşlıklarda içtenliğin üstüne erdem tanımam.

balkabağı olmadan evlere dağılmak üzere çıktık. bokumu donduran soğukla yüzleşince ne akla hizmetse kardeşimi aradım, beni alsan iyi olur bakarsın iklim değişir akdeniz olur dedim. yolda buluştuk, kaç tane içtin de böyle oldun dedi bana. ne olmuşsam? nolmuşum ki, şehla mı olmuşum dedim. iki ellilik iki otuzluk içtiğimi söyledim. ne şanslısın deyip güldü bana ergenlik sivilcesi. 

8.02.2012

Sanxia haoren

izlediğim ilk çin filmi.
nuri bilge ceylan'ın yaşayan en iyi 5-6 yönetmenden biri diye andığı Zhang Ke Jia filmi.  filmi izlemeden önce çindeki büyük baraj projesi hakkında bilgi sahibi olmak önemli. (ymiş, ben bilmeden izledim)

filme de mekan ve dekor olan dünyanın en büyük barajının inşa sürecinde yerleşim yerindeki evlerin bir kısmı yıkılmış,  bir kısmının da yıkımı sürüyor. barajın yapıldığı bölge fakir bir bölge.  baraj yapılırken yaklaşık 1 buçuk milyon insanın yaşadığı evler olduğu gibi sular altında kalmış. evleri sular altında kalan ya da sırası geldikçe yıkılan insanlara devlet başka bir yere yerleştirme sözü vermiş ama sözde kalmış. insanlar ortada kalmış,  bazı aileler dağılmış. 


 mekan kullanımının tavan yaptığı filmlerden.
evleri, tek tek işçilerin, kol gücüyle çekiç sallayarak yıkmaları yeterince çarpıcı olan bu hikayenin en çarpık tarafını oluşturuyor.  iğneyle kuyu kazmak gibi. (sağda filmden güzel bir kareyle) 
 
valla ne diyem, afişinin yanına tek bi cümle sallayıp yollamaya içim elvermedi. 

konu itibariyle,  "çinde geçen bir belgesel lan bu"  diyosun;  görkemli,  ışıklı,  fırfırlı bir baraj inşaatı ve bu inşaatın fakir yöre insanını nasıl ağır etkilediği vs.... ama yönetmenin konuya nerden baktığı,  nasıl ele aldığı,  hikaye edişi,  seçtiği görüntüleri,  o yıkıntıları nasıl kullandığı filan klişe konuşturmayın işte ve diğer bilmemneleriyle ne belgeseli,  adam sanat yapmış aga. 

Zhang Ke Jia  bir film çekmiş,  insanlık tarihine çok şık bir not düşmüş.  o baraj kimlere neye ne diye  yapıldı,  bir kuru ekmeğe ancak kapı açan, sözümona istihdam yaratan baraj inşaatı yüzünden ne aileler dağıldı,  ne dramlar yaşandı haberin var mı demiş.  adaletsizliği,  yıkılmışlığı,  dağılmayı öyle bi aktarmış ki şapka getirin bana çıkartıcam.

gidin araştırın,  bulun izleyin.  bu kadar anlattım canımı sıkmayın geliyo terlik.

5.02.2012

nbc

Algılarımızın keskinliğini artırmamız için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiği ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de burada yatıyor zaten. 

Nuri Bilge Ceylan
Bir Zamanlar Anadolu'da Kurgu Günlüğü
Altyazı dergisi Ekim 2011 sayısı eki

2.02.2012

zaman çalan hırsız

fena bi dürtüsel bozukluk olmuş galiba;  ancak mesai saatleri içinde yazıp yollamak.   yani baksana beş gündür evdeyim.  tatil yapıyorum.  tüm zaman benim(diyelim).   fakat herhangi bir tıkırtım yok.  derdim değil.

benim yazma serüvenim de belki de sırf,  işbaşında iş zamanından çalma hastalığıdır. vardiyatik kleptomaniac bozukluk.