31.12.2010

başarılı bir yılbaşı kartı örneği

- beni de fernando.


yılbaşında naapıcaksınlar sardı dört bir yanımı... 
baktığım her yerde bi manyak duruyor
ben naapıcaamı düşünmek istemesem de
bana herkes bunu hatırlatıyor...

27.12.2010

işyerinde kötü parti yoktur az votkadır o...

"göbeğinden işeticiiiim seni!" dedi delikadir.
tv de sağ alt köşede sensiz yaşanmaz yazıyor. perihan savaş, kadir inanır'ın en güzel haliyle oynuyor. sonuna denk gelmişim. perihan bizi düşünmüyosan karnımdaki çocuğumuzu dedi. kadirin şoka girişinden anlaşılan bebeği yeni öğrendi. haliyle mutlu son. 
başka bi kanalda hayallerim aşkım ve sen başladı. bi sürü türkan şoraylar. neydi bu vatka modası kıyafetlerde. neler çekti şu insanoğlu hakkaten. seksenler mi doksanlar mı. vatka ve tuhaf saç kesimleri... ben başka bişeyden bahsedicem asıl.

dün akşam o ne kudurmaktı öyle? hem de iş arkadaşlarınla.  prensipsiz edepsiz.  öğlen iki başarılı sunum yapmanın sarhoşluğuyla keyfim gayet yerinde. başladı akşam işyerinde yılbaşı partisi. güya müzikler bendendi. her telden de koyduğuma inanıyordum, bence herkesi mutlu edecektim. fakat tabi ki ahmet kaya ya da musa eroğlu'ndan içli türküler düşünememişim. bana bıraksalardı efendi gibi ayarlamıştım ben yemekte ne dinlicez yemek bittikten sonra nelerle kudurucaz ve sonra gece biterken nasıl sakinliycez.

ya ben lan neyse bi şey demiyorum
fakat her türlü insan çeşidinin olduğu ortamlarda her zaman olduğu gibi müzikte de türler ve kültürler şoku yaşandı bitti saygısızca. ki ben, içki içerken dinlediği müziğe göre ruh hali değişenlerdendim. ve yine değişim geçirdim.  ama açıklamama izin ver, çok ağır türkülere filan girdiler demek ki acilen bişeyler yapmam gerekiyordu. içkiler şirkettense partiyi erken terketmek aklı başında bir insanın yapacağı iş değildi. deliliğe vurdum artık. bi ara kendimi bülent ersoy'dan ablan kurban olsun sana isteğinde bulunurken kaydettim. evet oldu bu. ama beni siz delirttiniz canım insanlar. nerden nası aklıma geldi o şarkı. o şarkıyı, küçüklüğümden, salondaki koyu kahve vitrinimizin orta raflarından birindeki üç parçalı müzik setimizin içinden gümbürderken hatırlarım. annem sever dinler coşardı bu aptal şarkıyla. annem bana az etmedi. annemi özlemiş olabilir miyim. 

sonra zaten amaaan boşver deyip parti ve içki bitene kadar gönlümce duracell'e bağladım. hopladım zıpladım güldüm. ordan çıkan bir takım iş arkadaşlarımın peşine takıldım, başka bi yerlere gidip orada da hoplayıp zıplamaya devam ettim ki,  vücudum benim gibi bir eğlence mikrobuyla mı uğraşsın, günlerdir bir türlü alt edemediği sinüzit mikrobuyla mı. yazık.

netekim eve geldiğimde müthiş bir açlıkla yüzleştim. napsam napsam. sahanda iki yumurta kırsam, yanına bi sallama çay. yavaş ye boğulcan. sonra uyumak değil bayılmak diyoruz biz ona burcu. varmış demek ki bi kudurma ihtiyacı. 
giderildi.

24.12.2010

vaka kaydı: kaçışa bak

"Aşk sabitti gülse hiç dermedik
Bul kendini kuytularda hadi dal"

birlikte olduğumuz ve birlikte mi olsak ayrı mı dursak karar veremediğimiz zamanlardı. esasen ilişkinin bütün zamanlarıydı. ve anladığım kadarıyla derdi tasası biz ayrılınca ikimizin yolu üzeri olan boğa'dan nası geçeceğiydi. ya benle karşılaşırsaydı, ne yapardı, ya beni biriyle görürseydi, buna nası dayanırdı. bakıyorum da aslında tam dayaklıktı.

bugün korktuğu başına geldi. :))
iki ay üzerine, tam da tahmin ettiği gibi boğa'da karşılaştık. benim yanımda kardeşim vardı. işten çıkmış aheste yürüyorduk, ağzımda da mesai sonu sigarası, yürüyoruz ,boğa'ya dönük yüzlerimiz. O ise boğa ile benim aramdan geçiyor büyük adımlarla. ilk gören bendim, avantaj bende yani, saçmalama olasılığım daha az. ve saliselerde içimden geçen "lütfen dönüp bakmasın" bakmasın.

nerdeyse birbirimizin görüş alanından çıkarken döndü baktı akıllı. hah, beğendin mi yaptığını. ve hazırlıksız tabi.  bir daha baktı. hani öyle olur ya. 
ilk bakışında çok küçük bi an gözgöze geldik. ikinci bakışında ben önce başka bi yere baktım, sonra yere indirdim gözlerimi. sigarayı da ağzıma götürmüş halde kalakaldım. bıyık yapmış evet.

o çok kısa bir an durakladı. ben selam vermemiş oldum. demek selam vermemeyi seçtim. karşılaşsam ne yapardım hiç düşünmemiştim. demek böyle olacakmış. sonra sağlam kafayla düşününce selam verebilmek isterdim. olmadı ama. kaybolsun gözüm görmesin hissi geldi bana o an. 

sonrası komik. bana bakan karşıdan der ki charlie baltimore gibi kadın. "n'aptığını biliyo bu" görüntüsü veriyorum. beni gören, korktuğu başına gelen adamcağız ise karşılaşma  akabinde bir depar attı ki, seyrine doyum olmadı. baktım ardından, emindim çünkü bir daha arkasına bakmayacağına. iyice hızlandı. adeta koşarak geçiyordu karşıya. hatta kardeşime dedim ki, ardından bakarak ve hala ağzımda sigarayla ve gayet sakin bi havada:

- kaçışa bak!

hahahaha. böyle dedim işte. kardeşim de kaderine küstü, ulan bu an'a mı denk gelecektim dedi. sonra biz döndük kuşdili'ne. yazık, boylu boyunca bütün bahariye'yi ensesinde soluğumu hissederek filan katetmiştir. biliyorum. tanıyorum. komik geliyo.

daha da bir ay geçmez boğa'dan. yine alt sokaklardan filan dolaşıcak. bir ara taksiyle dönüyodu evine.
eve gidince kapıyı kapattığı gibi yaslanıp ohhh filan da demiş midir acaba. hay allah yaa.

o an, başka bir yere ışınlanabilme kabiliyeti olsaydı kullanırdı. bir hakkı kalmış olsa bile.
bense serseri tipler gibi ağzında sigarayla görüntü vermek istemezdim, seçme şansım olsaydı.
yine o kız gibi bi tavır sergiledi bense raif efendi gibi geçtim kayıtlara... yanıyorum yanıyorum buna yanıyorum.

demek selam vermedik ha burcu? kırgınsın demek be kız. 

yeni yıla bu hikayeyle girmiyoruz tamam artık. yarın toplantıların var sunumlar yapıcan, bırak bu işleri.

20.12.2010

can sıkıntısı ve erik* marmelatı

hayatta en tatlı tembelliklerden biri televizyon karşısındaki koltukta, battaniyeye iyice sarılıp yastığa kafayı gömerek uyuklamak galiba. keşke televizyona yüzü dönük halde uyuyabilecek kalınlıkta göz kapaklarına da sahip olsaydım. ekrandan yansıyan ışıklar renkler alıyor gözümü. bu yüzden televizyon karşısında ama kıçım televizyona dönük uyuklayabiliyorum. demek ki uyurken birileri bişeyler anlatsın. 

dün akşam biraz yorgunluk, biraz mutsuzluk, biraz soğuk algınlığı ile gömüldüm koltuğa. bir telefon sesiyle uyandım, bi baktım ki salyalar içindeyim. ytong şefi geç geleceğini bildirdi. kalktım elimi yüzümü yıkamaya. baktım aynaya dedim tipe bak. haberler bitmiş. uykum kaçmış. napsam napsam. şu dizinin izlemediğim eski bölümlerini taksam. hem ağlatır da biraz. 

sürekli aklıma bişeyler geliyo ordan burdan eskiden. olmuş bitmiş tatsız şeyler. hep ama en aptalcasından, utandıklarımdan. istemsiz buruşuyo yüzüm. yüz buruşturmak akıldan kovalamak gibi o düşünceyi ya da görüntüyü. bi aralar en dayanamadığım aptallıklarım aklıma geldiğinde birden yüksek sesle bi şarkı söylemeye başlıyordum.  şimdi kalmadı bak o. yazınca delilik gibi geliyo ama herkes kendi yöntemleriyle kovalamıyor mu tatsız hatıraları. bence birden şarkıya başlayanların sayısı da az değil hem.

bi çay yaptım. taktım diziyi. tahmin ettiğim gibi küçük osman bi sahnede ağlayarak "gelme baba gelme" dedi. aranan kan bulundu. efendi efendi ağladım hiç sesimi çıkarmadan. epey izledim. arada sigaraya çıktım balkona. corcika'yı aradım. o da işyerinde başından geçen tatsız bir hikayeyi anlattı. sonra ben, aslında anlatmaya bile değmezken, terkeden adamla ilgili fincandan duyduklarımı anlattım. kapadık. bir demlik çay bitti. mutfakta ytong şefinin annesinin yapıp yolladığını tahmin ettiğim bir kavanoz dolusu marmelata benzeyen bişey gördüm. açtım tadına baktım. erik marmelatıydı bu. ve öylesine başarılıydı ki, birden kendimi kaybedip deli gibi kaşıklamaya başladım. gün boyunca görüntülenen en neşeli halimdi. canlandım resmen. sonra, napıyosun bi dur be ayıptır. kızın annesi bir kavanoz marmelat gönderiyo, ev arkadaşı bi günde yiyip bitiriyo. bir de bunun sıkıntısını yaşama istersen deyip attım kendimi mutfaktan. 


tekrar eski gudubetliğime döndüm. derken ytong şefi de geldi. tipim atmıştı heralde iyice. portakal suyu sıksana c vitamini alsana dedi. işten güçten bahsederken saat oldu bi buçuk. vedalaşıp odalarımıza çekildik. penceremin tam karşısında sinir bozucu yalnızlığıyla dikilip duran selvi dışında iyi şeylerde oluyordu aslında. mesela yatınca pencere kadar bir gökyüzü apaçık karşımda oluyordu. dün gece ay, sokak lambası gibiydi. tostoparlak ve parlak. önünde bi bulut trafiği. hava açık. seyrettim biraz. güneşin ayın ve dünyanın konumlarını anlamaya çalıştım. canlandıramadım gözümde. coğrafya bilgim gerilemiş. ayrıca benim gayet sıradan küçük hayatımın dertleri ve bu gökyüzü, gezegenler, uzay... peki nası yaşamak lazım o zaman. aya iyice odaklanınca kaş göz görüyodum küçükken şimdi dünyayı yöneten zenginler orada bi zengin mahallesi kurmuşlar mıdır filan diye baktım, burdan görünür mü evlerin ışıkları filan. sonra yine parlaklığı rahatsız etmeye başladı. aya da döndüm kıçımı. çektim yorganı kafama. yine tatsız düşünceler aklıma gelirken milli piyangoya odaklanmaya çalıştım. bu gece rüyamda sayılar görsem. şanslı numaralar.

sabah uyandığımda gördüğüm rüyayı düşündüm. piyango vuracak sayılara niyetlendim ama eski sevgililerin bir potburisiydi rüyam. uzun zamandır aklıma gelmeyeni bile vardı, taaa lisedeki bile. demek ki bilinçaltımda bi hesaplaşmalar filan var ama yüzeyde sadece can sıkıntısı. 

şurda ne kaldı, yeni yıla bu kafayla girmemek lazım.

kuşburnuymuş.

15.12.2010

başarılı bir iş ilanı örneği

evet, yabancı basına verdim ilanı, farkındayım. var bi bildiğim.

bir boy fotoğrafından da kitap ayracı yaptır

yeni kitabı çıkmış, 
sağda solda kitapçı vitrinlerinden dikmiş gözlerini bakıyo bana. romanının kapak kızı yapmış bu sefer kendini. yapsın kardeşim bişey demedik. tercih meselesi. piyasası şusu busu. herkes istediğini yapmak da serbest .. de şimdi sevgili okurlarını düşünüyorum, okurken mest oldukça dönüp dönüp ön kapağa bakacaklar ya hayran hayran. hey allaam. daha dur, yakında parfüm de çıkarır, arkasına o koku hakkında biraz mistik biraz aromatik güzel sözler yazar piyasaya sürer. ve daha neler.

edebiyat camiasının  ferhat göçer' i.
yani seslendiği kitle geniş alabildiğine. genişse tamam zaten.
okurları, 
hayat hakkında devrik kurulmuş aforizma cümle tüketicileri,
kısa yoldan kitap kurdu ve bir yazar takipçisi olmak isteyenler,
sadece osmanlıca sözcüklerle gözleri ve zihinleri kamaşabilenler ya da kendi dili -dolayısıyla dünyası- dar olduğu için büyülenenler.

kentli + muhafazakar + modern genç kadınların duygu ve düşüncelerine seslenebildiği gibi,
kentli + muhafazakar olmayan + modern genç kadınları da ifade edebiliyor. buralarda yürüyo işte bu hikaye.

sanırım herkes "şekil"de buluşuyor onun romanlarında. o da şekli önemsiyor, şekil işgalciliğini seviyor zaten baksana. içeriğe bakarsan her farklı romanında anlattığı karakterler aslında birbirine benzer, hatta bazıları o kadar benzer ki sadece adı değişmiş olur. iyi bildiği ya da üzerinde iyi çalıştığı bir kaç karakterin sağını solunu, adını değiştirip koyar kitaplarına.

romanın saklı mesajı, o ara verilmek istenen düşünce neyse, ne gerekiyorsa o mesela; aşktı, tasavvuftu derken  satırları yutar gibi okuyan okur, hazımsızlık duymadan alıyo ne güzel, verilmek isteneni.
kimi çevrelerce lüzumlu yazar.
ne lazımsa onu yazar. 

şuraya da arz edeyim: ferhat göçer benzetmesiyle bezeli iş bu yazı, na buraya yazıyorum; her ikisinin de popüler olduğu bir zamanda yazılmış olup her  ikisinin de unutulup gideceği gelecek zamanlarda anlamını yitirecek muhakkak.

11.12.2010

korkak ama plancı... ama hafif salak da...

şekerşekerşeker
herkesin küçüklüğünde katillerden, hırsızlardan, sapıklardan, sakallı bebekten çok korkup, hayalgücünün alabildiğine korku ürettiği çocukluk evresi çalışmalarında acayip saçmaladığı hikayeleri vardır. bazı korkutucu tiplemeleri de büyükler uydurup sokardı çocuk kafasına. mesela kuzenim ismail "tak tak adam"la korkutulurdu. o görmeden vururlardı bi yerlere tak tak. sonra ismaile "bak geliyo işte" derlerdi. bi de şeker adam diye bir korku filmi vardı. ortaokul zamanlarım. güya aynaya bakarken üç kez şeker adam deyince geliyodu, kunteper gibi. demeden de duramıyolardı filmde salaklar. öldü hepsi. fakat işin pis tarafı, içinden de desen sayılıyodu. böyle olunca bende tesiri epey sürdü. çünkü ben allaha dua ederken içimden küfürlü kelimelerin geçmesinden de muzdariptim. zaten derdim bana yetiyodu bi de şeker adam korkusuyla aynalara küstüm. banyoda filan işimi bitirdiğim gibi fırlayıp çıkıyordum.

hadi bunlar biraz daha büyüdüğüm zamanlardı. bir de iyice küçük olduğum, ya okula yeni başladığım ya da birinci sınıfta olduğum zamanlarda katillere sapıklara karşı aldığım bir tedbir vardı ki, çok salakmışım. 

annemle uyuduğum ve annemden sonra uyuyabildiğim o ürkünç gecelerde yatış pozisyonumu ve yatakta bacaklarımın duruşunu aynen anneminki gibi yapar ve kıpırdamadan yattığım yerde korkuyla beklerdim. sapık katil gelecek, yorganı kaldıracak ve eğer annemin bacaklarını kesmek için gelmişse, yorganın altında birbirinin aynı pozisyonda dört bacak görüp şaşıracak, böylece anneminkiler yerine benimkileri kesecekti, planım buydu. böylece annem kurtulacaktı. herhalde katil gözü dönmüş olduğu için, çocuk bacağıyla anne bacağını da seçemeyecekti. plan yapıp kendini feda eden bir çocuk olarak çok cesurmuşum da nasıl bu kadar salak bir plancıymışım, orası muamma...

10.12.2010

yeşillendirilmiş bir rüya örneği

bilinçaltımın tepeden bir görünümü (zemin yeşil dikkat edersen)





görüntüsüz, sırf sorudan ibaret bir rüya;
bir gün uyanmaya yakın, tam kulağımın dibinde (o kadar yakın ki donuna doldurursun) tanımadığım, cinsiyetini de teşhis edemediğim akustik bir ses, ukala bir havada şöyle sordu:

-yeşillendirelim miiiii?

rüya buncacık. insan yok olay yok görüntü yok sırf ses.
açtım gözlerimi.
sesin yakınlığından ürkerek uyanıp doğruldum yatakta, düşündüm bi:
"yeşillendirelim mi" mi? nassı yani? nereyi? ne kadarını? bu ne be?

soruyu bizzat ben de anlayamadığıma göre, kimsenin bilmediği bi dünya filan kurmamışım kafamda demek ki. panik yok. yat aşşa burcum.
ama ya... kalk lan kalk,  yoksa o kadar şizofrenim ki, bir dünya kurmuşum kendimden de mi saklamışım ulan?

hayırlara giden bir rüya örneği

sakarlığımın zirvesinde olduğum, çevremdeki herkesin kırdığım döktüğüm şeylere şaşırmadığı, bir masaya masadaki içecekleri döküp saçmadan oturamadığım bir dönemdi. (ergenlik evet) "zaten bi sakarlık yapmasaydın şaşardık" manasında müstehzi gülümsemeler, "biraz dikkat" manasında bezmiş göz devirmeler ya da "vurcam kafana şimdi" manasına gelen sinirli göz belertmeler altında eziliyordum. artık nasıl kafaya taktıysam sakarlığım, rüyalarımda bile bilinen bir vaka, rüyamda karşıma çıkan tanımadığım karakterlerin bile malumu birşey idi. sabahattin ali'ye bağladık farkındayım.

çevremdeki insanların bilmeden arttırdığı sakarlığımın (kınandıkça artan bişeydir sakarlık) bu gizli istibdat döneminde şöyle bir rüya gördüm sevgili rüya tabircileri. şimdiden söyleyeyim hayırlara da gitti bu rüyam. çok faydasını gördüm. sakarlığım yüzünden beni kınayan çevreme anlattım, çok utandılar, kınamayı  bıraktılar ve giderek azaldı sakarlığım.

rüyamda,
köhne bir arabalı vapurda, güneşli bir havada açıklarda seyahat ediyorduk. güvertede çocuklar koşuşuyor, teyzeler çıkınlarındaki yemeklerini yiyor, amcalar volta atarak sohbet edip sigara tüttürüyorlardı. ben de güvertede idim ve yalnız idim. derken gökyüzünde birden bize doğru gelmekte olan ve  hızla büyüyen bir uçak gördük, rüya saniyeleri içinde uçak bizim vapura çarptı. vapur birden can pazarına döndü. çok korkunçtu ve hızlı düşünmek gerekiyordu. 

nedense rüyamda yazılmamış bir kural olarak, herkesin bir çocuğu kurtarması gerekliydi. benimki de kafası sıfır numara traşlı bir oğlan çocuğuydu. nasıl oluyorsa herkes kurtarması gereken çocuğu biliyordu bir şekilde. konu buydu yani, herkes sorumlu olduğu çocuğu sağ salim kurtaracak. 

çarpışmanın hızıyla biz kurtarmam gereken çocukla vapurun orta katına düşmüştük ve su altındaydık. benim nefes problemim yoktu, balık gibi yüzüyordum ve bizi yukarıya çıkaracak bir çıkış buldum. hemen çocuğun kolundan tuttum ve çıkışa doğru sürükledim. planım çocuktan önce çıkıp onu da kolundan tutarak yukarı çekmekti. 

bu arada  herkesin kurtarması gereken çocuğu, kılına zarar gelmeden kurtardığını bir şekilde biliyordum, biz kalmıştık ve bu beni iyice baskı altına alıyordu. nihayet planladığım gibi yukarı çıktım ve aşağıdaki çocuğun kolunu yakaladım. malesef ki çocuğu yukarı çekeyim derken, yanlışlıkla kolu çıktı. o esnada göz göze geldik, ben yine bir sakarlık yapmıştım, çok mahçuptum. fakat çocuğun söylediği şeyle donakaldım. çıkan kolundan tutarak güç bela yukarı çekmekte olduğum çocuk, kafasını kaldırıp içi sıkılan, asık suratlı ve sakarlığıma şaşırmamış bir ifadeyle şöyle demişti:

-neyyssse. sen kurtar da...

9.12.2010

iyi geceler öpücüğü


unutulmaz aksiyon filmleri arasında her nedense adı geçmez.
gayet de iyi filmdir. 
geçenlerde düşünüyodum benim defalarca izleyeceğim film neydi acaba. herkesin vardı. benimki neydi. kimi der tarkovski'den stalker (nası yalann), kimi der fellini'den ne olsa(defalarca ha? bu da yalan) kimi der kieslowski'nin üçlemesi ama şu rengi özellikle (peh peh entel atmaca) kimi der star wars, geleceğe dönüş serileri (bunlara laf yok tamam)

benim defalarca izleyeceğim(ki herkes bi kere denk gelmiştir tv'de) iki filmden biri star'da yıllardır evir çevir yayınlanan, hala da denk geldiğim iyi geceler öpücüğü. (öbürünü sonra yazarım belki) üstüste değil ama uzun zaman girerse araya her defasında izlerim bunu ben. yaparım bunu. mesela şimdi epey oldu, yine rastlasam yine izlerim. 

geena davis'in kendi halinde bir ev hanımı modunda mutfakta birşeyler doğrarken elinde bıçakla birden coşup mutfak kapısına önden domatesi arkadan bıçağı gönderip kapıda domates şişlemesinin hastasıyım. bigün ev kadını olsam böylesinden olmak isterim. 

meğersem hanımabla casusmuş, eli kanlı katilmiş. hiç der misin. tabi bunu anlayınca hafıza kaybından sonra evlendiği kocası cemşitle kızı sameti bırakır ve casusluk zamanlarından kalma görülmemiş hesapları görmek için, hayta kocasını bulup ağzına ağzına yapıştırmak için yollara düşer. yanında da yardımcı erkek oyuncu samuyel ceksın. hafızasının tamamen yerine geldiği işkence sırasında sudan elinde tabancayla çıkar herkesi siker atar oracıkta. her sahneyi daha da hatırlıyorum yağıyor bak şimdi yazarken.

saçlarını sarıya boyayıp gözlerine simsiyah kalem çektiği sahnenin devamında acayip havalı tekila içer, öyle tekila içmeye çalıştım bazen oldu bazen olmadı. yıllarca saçlarımı onun gibi platin sarısına boyamak, gözlerime simsiyah kalem çekmek de istedim hep. kalem çekmekten hevesimizi aldık alıyoruz da kafayı platin yapamadık bi türlü. yemedi.


hayta kocasına haykırarak öleceksin dedi. adam haykırarak öldüydü hakkaten. güzel giyinir, hızlı düşünür, pis bakardı. bunun yanında şefkatli bir anne, sadık bir dosttu. 

galiba benim ergenlikteki kadın kahramanım Charly Baltimore'du demek ki. hala hastasıyım. 

8.12.2010

sarhoşluğun sızdırmayan hali

gözleri kapayınca, dünyanın ekseni etrafındaki normal dönüşünü 24 saniyede tamamladığı(çok sarhoşsun) değişik bi kafa durumu. mecburen uykudan vazgeçiceksin; öyle ya, mide bulantısıyla uyunmaz. peki ne yapmalı?

öncelikle böyle durumların "bok mu vardı bu kadar içecek" deme seveni canlılarından süratle uzaklaşınız ve yatağınızı bulunuz. bu kafaya ulaştıysanız kusmakla kurtulamayacağınızı biliniz. evet biliyorum, isyan etmeye bile yok di mi haliniz. (-liniz'lerin altını çiziyoruz. -li tam uyak, -niz redif) yastığınızı duvara yaslayıp, yarı yatar pozisyon alınız ve durduğunuz yerden gözünüzü kırpmadan bakacağınız sabit bir nokta belirleyiniz. (dolaptan sarkan bir çorap teki olabilir, tavandaki bir şekil olabilir vs. ama çabuk olun lütfen)  ve gözlerin kapanmamasına gayret ediniz. 
püf nokta bu: o gözler asla kapanmayacak! çünkü alkolle vardığınız bu noktada beyniniz göz kapaklarınızın inmesini midenizin kalkmasına kodlamış durumda. sabır ve dikkatle, seçilen sabite bakmaya odaklanınız.
herşeye tamam da peki ama olası sorusu: ne kadar süreyle? 
arkadaşınız çok yerinde sordu yanıtı: kim bilir.

otostopçunun galaksi rehberinde ise benim bu detaylı açıklamamın kısa bir özeti bulunuyor:
-"üzerine git ve iyi şanslar."
ayrıca yine aynı rehberde, sarhoşlukla ilgili olarak "evrenin büyüklüğü ve bununla başa çıkmanın yolları"na da yönlendirme yapıldığı bir rivayet.

5.12.2010

slip don the dragon ayıpsın

don da değil ki, bezlemişler adamı
aslan burcu kadınına yapılmaması gereken bir kaç kusurlu hareketten biri onu terketmektir. sizi unutacağı varsa da unutmuyo çünkü. bi yolunu bulup hissettirmeden kendinizi terkettirebilirseniz  hikaye uzamaz. mümkün olduğunca kendinizi terkettirin bence. çünkü terkederek aslan kadınının gözünü intikam bürütüyosunuz  o da şapşallıklarınızı çoktan yayınlamış oluyo biloğunda. ondan sonra da "vay efendim hani aramızda kalacağıdı". 
al bak beğendin mi yaptığını:

ben & o - bıdı bıdı bıdı...

ben - peki zardoz'u izledin mi?
o -  ı-ıh. kim oynuyordu?
ben- sean connery. sean connery'nin slip donla oynadığı tek film ve ilginçlik bununla da bitmi...
o - slip don kimdi be? çıkaramadım ben.
ben - don, bildiğin don be.. yok öyle bi artis... hahaha...
o - haa
ben - bi de çıkh.. ahahaha.. çıkh..ahah..ramamış
o - aramızda kalcak bak?
ben - ayıbediyosun.


4.12.2010

çocuktan al ayarı

üniversitedeyken çok sevdiğim, saydığım, bu nedenle her zaman dikkatle diyaloğa girdiğim hocamla yıllar sonra bir gün vapurda karşılaştım.7-8 yaşlarında bir çocuğun elinden tutmuş halde buldum onu. çocuğu var mıydı yok muydu bi bilgim de yoktu.
hocayla kararsız bir göz teması ardından selam vererek yaklaştım. kısa olacağı belli ama sürpriz sonlu olacağı henüz bilinmeyen sohbet az sonra başlayacaktı. çocuğa kısaca bi göz attığımda onun da bana tekinsiz bir ifadeyle baktığını görür gibi oldum.

- merhaba hocam? nasılsınız?
- ooo, merhaba, teşekkür ederim, iyiyim... sen nasılsın?
- iyiyim hocam, sağolun ehehe...
- ...... (hoca başını sallayarak gülümsedi; yanındaki çocuk kafayı kaldırmış, gözlerini dikmiş, gözünü kırpmadan bakıyo bana)

aman sessizlik olmasın telaşıyla, çocuğa gülümsedim ve hocaya şöyle bi soru buldum sormak için:

- sizin çocuğunuz mu? (hoca yine başını sallayıp gülümserken)
çocuktan yanıt geldi/çocuk konuştu/çocuk geri kalmadı/çocuk yapıştırdı:
- arkadaşı gibi mi görünüyorum?
- ..... (cevab veremedi)

3.12.2010

depresyon belirtileri

hani beklenen uyku belli belirsiz gelir de, o anda yatılırsa kaçacağı hissedilir ve ürkütmemek için biraz daha beklenir ya. ben de dün akşam napayım napayım diye ortalıkta köpekbalığı gibi gezinirken sonunda  bi karar verdim. izmir'den beri elimde bekleyen, izlemek istemediğim "öyle bir geçer zaman ki" adlı dizinin ilk bölümünü izleyeyim de bi diziye daha bulaşayım, böylece allah benim cezamı vermiş olsun dedim.


bi bölüm bi buçuk saat.
maalesef kısa zamanda kıskıvrak yakaladı beni hikayesi. küçük osman'ı tarife gerek yok zaten. çok tanıdık şeyler vardı yer yer. kimbilir kaç ailenin benzer hikayesi vardı böyle. bizim evde de yaşandı bitti saygısızca bi benzeri yıllar önce. dedim, tabi tutar bu dizi. cemile'ye çok üzülüyo insan. o mete'de ne dayak yedi, içim ezildi. 

ama tabi saat oldu 1, bitmiyo hala. bırakamadım da. artık izlerken ne dolmuşsam, bitmeye yakın aldatıldığını öğrenen cemile'nin tipi atınca benim de tipim attı. başladım ağlamaya. e vakit gece vakti. evde yalnız olsam kesin kurbağaya bağlıcam ama ytong şefi uyuyor. yorganı çektim başıma, hıkh hıkııığık diye ağlıyorum nası ağlıyorum nası ağlıyorum. yorgan altında da ağlayınca hararet yaptı, boğulcam gibi oldum açtım pencereyi. bi sigara çekti ki canım. vazgeçtim. baktım penceremden dışarı. bu evde ilk kez penceremden dışarı baktığımı farkettim. hala ufak ufak ağlama var bi yandan. tam karşımda ince uzun bi ağaç varmış meğer tek başına. uzuuuun ince ve tek. kavak mıdır nedir. baktım sağında solunda hep binalar, bu böle yalnız başına orda. bana bi daha ağlama geldi. işte hayatımla ilgili bi işaretti: neden hayatımın tam da bu döneminde yaşadığım yerin penceresi yalnız bi ağaca baksındı? onun gibi yalnız ölcem işteeaaaüüühhü, onun da her yanı beton artık. vadesi dolunca kuruyup gitçek. ama bi de şu açıdan bak; en azından eğri büğrü değil dimdik, ayakta. (burda biraz ağlama durur...kısa hızlı iç çekişler) ama ben napayım dimdik mimdik yaaaüüüühüü (yemedi)

şair burada ağaç üzerinden kendine üzülüyor evet.
inceden bi depresyon sanki di mi alttan, böyle dip dalgası gibi. hıhı. ben de farkettim.

otobüste sıkılgan dede yanı

sene 98 bilemedin 99... okula gitmek üzere yine tıklım tıkış bir belediye otobüsüne binmişim.
otobüs, her bindiğimde koltukların saçma yerleşimi yüzünden "tasarımcısı kimdir" sorusu sorduğum," ayakta daha çok insan istiflensin talimatına göre düşünmüş bir tasarımcıdır" diye kendimi yanıtladığım eski otobüslerden. hani hemen şoförün arkasında otobüs camına sırtını vermiş yan yana bir üçlü oturma grubu ve karşısında yine aynı şekilde duran ikili oturma grubu ile başlayıp ikili, tekli böyle devam edip orta kapıdan sonra yine aynı oturma odası sıcaklığı verilmiş otobüsler. evet, onlar. hala varlar. bu otobüslerde ilk kapışılanlar doğal olarak gidiş yönüne bakan, yani önüne bakan koltuklar. boş kalanlarsa hep bu içeri bakan, yolcuyu yanlamasına götüren koltuklar. işte bende mecburiyetten bu koltuklardan birine yanlamışım. yanımdakiyle en asgari teması, mümkünse temassızlığı sağlayacak şekilde yerleşim kurmuşum ve gazetemi çıkarmışım. kimseye rahatsızlık vermemek için gazetemi omuzlarım mesafesinde açmışım. okuyorum yanlana yanlana giderken.

yanına oturduğum sırada dikkatimi çekmeyen dedenin, önce elindeki tespihini şıkırdatmasını, sonra kendine meşgale ararcasına sağa sola bakınmasını farkediyorum. ya da önce kıpırdanmasını sonra tespih şıkırtısını farkediyorum. netice de gözüm hala gazetede ama dikkatim dedeye kayıyor. elindeki ufak tespihten, giyim tarzından anladığım, dede hacıdede değil, daha ziyade "ajans başladı mı" tipi bi dede. rahat durmuyor, afakanlı bir dede. dayanamayacak konuşacak bu, sohbet istiyor belli bişey. otobüsün içeri bakan, yanlamasına koltukları itibariyle zaten oturma odası sıcaklığı yakalamışlığımız da var dedeyle. 

gazetemin arka yüzündeki resimlere bakıyor, kolumun üstünden okuduğum yazılara bakıyor, sonra bana bakıyor. otobüs hızla köprüyü geçmekte.
nihayet dede çenesini iyice kolumun üzerinden gazeteye doğru uzatıp, gözleriyle yazıları işaret ederek hiç tahmin etmeyeceğim bir soru soruyor:

- ne diyo?
-?!?

yalnızlıktan ermiş simitçi amca modu

o zaman izmirdeyim. sene, geçen sene. bir işi halletmek üzere, daha önce gitmediğim bir yere, daha önce binmediğim bir otobüs hattıyla ve elimde sağlam bir adres tarifiyle gitmişim. işimi halledip çıktığımda, bu geldiğim yerin insanlar arasında ücra denen o yer olabileceğini düşündüm. sitelerin çoğunlukta olduğu, hareketliliğin olmadığı, bir büfe ya da gazete bayiinin varlığının insanı rahatlattığı yerlerden biriydi bura. ilk kez gittiğim yerlerde başıma gelen tersim döndülük halinde bineceğim durağı aradım. durağı görmeyince, soracak adam aradım, sonra simitçi bi amca gördüm nokta gibi uzakta. baktım yine etrafıma, evet insan olarak en yakında o simitçi var, napıcan başım önümde mecbur yürüdüm vardım amcanın yanına.


meğer amca tenhada tezgah açıp otura otura değişik bi evliya olmuş, ben bilmiyorum tabi. aramızda geçen diyaloğu aynen aktarıyorum:

- amca en yakın otobüs durağı nerde?
- şu anda o seni görüyo...
- efendim? 
amca gizemli bir edayla gülümseyerek tekrar:
- o, seni görüyor, şu anda...
- kim?
- durak!

bi anlamadım, aptal gibi baktım amcanın yüzüne biraz. kaşıyla gözüyle gizliden işaret etmesini filan bekledim belki. neden sonra anladım demek istediğini, baktım çevreme amcayla durduğumuz yerden. evet, tam ordan durak beni görüyordu. sağol filan da diyemedim, baktım sadece, sanki inceden bir gülücük vardı susama doymuş gözlerinde.

*

ibrahim,
neyse. şimdi boşver. sonra. :))

1.12.2010

sesinde soğan tınıları var

bi anastacia vardı bir ara. popçu. ilk patladığı şarkı başka bişeydi de ben sick and tried adlı parçasını sevmiştim. olabilir normal,
konu şu ki,  bu hanım kızımızın  sesi zihnimde istemsiz olarak soğan imgesiyle somutlaşıyor. o şarkı söylerken benim gözümün önüne soğan geliyo hep. bilmiyorum neden soğan. kabuğu, zarı, cücüğü. soğana dair ne varsa. anastacia söylüyor zihnim panayır yerine dönüyor. bunu keşfettiğimden beri balık, kuru fasulye filan yerken özellikle anastacia takıyorum, böylece ağzım da kokmuyor.
şaka len şaka. ıyy tamam be.
anastacia'nın sesi dışında hiç birşeyi soğanı andırmamakla birlikte, herhangi bir soğanı şarkı söylerken dinlemiş de değilim.

hele ilk çıkış parçası im outta love var ya, işte o şarkıda çıkan ses tamamen soğandan.

eşyanın ruhu

*eski sevgilinin evindeki terlikler nasıl benim evime geldiler'in hikayesidir.*

geçtiğimiz yazdı. tabi ki hala hayatımdaydı. yeni bir ayakkabı almıştım ayağımı vurmuştu. onunla yani ayakkabıyla bir gün daha devam edemeyeceğimi anlayıp onun yani terkedenin evindeki dışarıda giyilebilir ev terliklerden biriyle işe gitmiştim idareten. sonra bütün mesaiyi şakada şukada o terliklerle geçirip akşam eve dönerken yeniden vuranları giymiş, akşamına terlikleri poşetleyip o zamanlar kaldığım teyzemlerin evine götürmüştüm. teyzeme, "bu terlikler arkadaşın geri götürcem" diye de tembiklemiştim. O da poşetiyle ayakkabılığa tıkmıştı. terlikler öylece unutuldu orada günlerce. 

sonra ben aniden ytong şefinin yanına ev arkadaşı çıkmıştım. teyzemdeki eşyalarımı bir arkadaşla birlikte bir iş çıkışı toparlayıp arabaya atmış ve yeni evime taşınmıştım. poşette unutulan terlikler o taşınma sırasında diğer ayakkabılarımla birlikte yeni eve gelmişti. meğer. farkında değildim.

-"o ev terliklerinden kurtul"
bunlar olurken bi yandan biz de sevgiliyle boş durmuyor ayrılıp barışıyorduk. sonunda da komple ayrıldık. poşetten o terlikleri ilk çıkardığımda anımsayamadım nerden geldiklerini. teyzem yanlışlıkla kendi terliklerini sokuşturmuş diye düşündüm. altları kirliydi yıkadım pakladım ev terliği olarak evde tekrar hizmete açtım. neden sonra, bir gün evde yine ayağıma bunları takmış balkonda sigara tüttürüyoken takıldı gözlerim;

haydaaaa, e bunlar onun ev terlikleriydi! amarcoooord... bigün işe bunlarla gitmiş ve evet sonra, teyzemden burayaaa. demek nerden nereyee... onun evinden birşeyler var evimde! aman tanrım. hani bi kızılderili atasözü vardı, nasıldı, "onu anlamak için onun makosenleriyle dolaş" filan mıydı neydi... bir insanla empati kurma özdeyişi. acaba terketmesine rağmen hala onu anlıyor oluşum / kendimi suçlayışım, evde her gün onun makosenleriyle dolaşmamdan mı gaynaklanıyordu? çok da rahatmış allahın cezaları. ama gerçi bu 37 numara kadın terliğiydi, o giymiyordu. ama olsundu, sonuçta onun evinden gelmişlerdi ve giyilip gezilen bişeydi. şimdi şunları yazarken düşündüğümse ne kadar gerizekalı olduğum. gerizekalı olduğumu anladığı için terketti beni. şimdi ayağımda o terlikler yok ama ben hala onu anlayıp kendimi suçlayabiliyorum bak. hurafe bunlar bee.

yine de o günden beri tedbiri elden bırakmayarak evde başka terlik giyiyorum.
fakat düşünüyorum;
giymesem de sırf evdeki varlığıyla onu unutmamı engelliyo mudur terliğin ruhu. titreşimler bişeyler filan böyle. geri vermeye kalksan, hiç olmaz. terliklerin bende kalmış mı diycem. terlikleri mi bahane ettin görüşmek için burcu diycek. eski erkek sevgiliden kadın terliği mi kalmış bana. evet bi tek onlar kalmış. kitap arasında kurutup saklamalık bi özelliği de yok. allahım nasıl bir ilişkiydi bu böyle gerçekten.  atayım ben onları atayım gitsin. tamam.