hayatta en tatlı tembelliklerden biri televizyon karşısındaki koltukta, battaniyeye iyice sarılıp yastığa kafayı gömerek uyuklamak galiba. keşke televizyona yüzü dönük halde uyuyabilecek kalınlıkta göz kapaklarına da sahip olsaydım. ekrandan yansıyan ışıklar renkler alıyor gözümü. bu yüzden televizyon karşısında ama kıçım televizyona dönük uyuklayabiliyorum. demek ki uyurken birileri bişeyler anlatsın.
dün akşam biraz yorgunluk, biraz mutsuzluk, biraz soğuk algınlığı ile gömüldüm koltuğa. bir telefon sesiyle uyandım, bi baktım ki salyalar içindeyim. ytong şefi geç geleceğini bildirdi. kalktım elimi yüzümü yıkamaya. baktım aynaya dedim tipe bak. haberler bitmiş. uykum kaçmış. napsam napsam. şu dizinin izlemediğim eski bölümlerini taksam. hem ağlatır da biraz.
sürekli aklıma bişeyler geliyo ordan burdan eskiden. olmuş bitmiş tatsız şeyler. hep ama en aptalcasından, utandıklarımdan. istemsiz buruşuyo yüzüm. yüz buruşturmak akıldan kovalamak gibi o düşünceyi ya da görüntüyü. bi aralar en dayanamadığım aptallıklarım aklıma geldiğinde birden yüksek sesle bi şarkı söylemeye başlıyordum. şimdi kalmadı bak o. yazınca delilik gibi geliyo ama herkes kendi yöntemleriyle kovalamıyor mu tatsız hatıraları. bence birden şarkıya başlayanların sayısı da az değil hem.
bi çay yaptım. taktım diziyi. tahmin ettiğim gibi küçük osman bi sahnede ağlayarak "gelme baba gelme" dedi. aranan kan bulundu. efendi efendi ağladım hiç sesimi çıkarmadan. epey izledim. arada sigaraya çıktım balkona. corcika'yı aradım. o da işyerinde başından geçen tatsız bir hikayeyi anlattı. sonra ben, aslında anlatmaya bile değmezken, terkeden adamla ilgili fincandan duyduklarımı anlattım. kapadık. bir demlik çay bitti. mutfakta ytong şefinin annesinin yapıp yolladığını tahmin ettiğim bir kavanoz dolusu marmelata benzeyen bişey gördüm. açtım tadına baktım. erik marmelatıydı bu. ve öylesine başarılıydı ki, birden kendimi kaybedip deli gibi kaşıklamaya başladım. gün boyunca görüntülenen en neşeli halimdi. canlandım resmen. sonra, napıyosun bi dur be ayıptır. kızın annesi bir kavanoz marmelat gönderiyo, ev arkadaşı bi günde yiyip bitiriyo. bir de bunun sıkıntısını yaşama istersen deyip attım kendimi mutfaktan.
tekrar eski gudubetliğime döndüm. derken ytong şefi de geldi. tipim atmıştı heralde iyice. portakal suyu sıksana c vitamini alsana dedi. işten güçten bahsederken saat oldu bi buçuk. vedalaşıp odalarımıza çekildik. penceremin tam karşısında sinir bozucu yalnızlığıyla dikilip duran selvi dışında iyi şeylerde oluyordu aslında. mesela yatınca pencere kadar bir gökyüzü apaçık karşımda oluyordu. dün gece ay, sokak lambası gibiydi. tostoparlak ve parlak. önünde bi bulut trafiği. hava açık. seyrettim biraz. güneşin ayın ve dünyanın konumlarını anlamaya çalıştım. canlandıramadım gözümde. coğrafya bilgim gerilemiş. ayrıca benim gayet sıradan küçük hayatımın dertleri ve bu gökyüzü, gezegenler, uzay... peki nası yaşamak lazım o zaman. aya iyice odaklanınca kaş göz görüyodum küçükken şimdi dünyayı yöneten zenginler orada bi zengin mahallesi kurmuşlar mıdır filan diye baktım, burdan görünür mü evlerin ışıkları filan. sonra yine parlaklığı rahatsız etmeye başladı. aya da döndüm kıçımı. çektim yorganı kafama. yine tatsız düşünceler aklıma gelirken milli piyangoya odaklanmaya çalıştım. bu gece rüyamda sayılar görsem. şanslı numaralar.
sabah uyandığımda gördüğüm rüyayı düşündüm. piyango vuracak sayılara niyetlendim ama eski sevgililerin bir potburisiydi rüyam. uzun zamandır aklıma gelmeyeni bile vardı, taaa lisedeki bile. demek ki bilinçaltımda bi hesaplaşmalar filan var ama yüzeyde sadece can sıkıntısı.
şurda ne kaldı, yeni yıla bu kafayla girmemek lazım.
* kuşburnuymuş.
* kuşburnuymuş.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder