Diyorlar : "kül olmaz ateş yanmadan,
Denizler durulmaz dalgalanmadan"
işsiz aylak günlerimdi. günler birbirinin ikizi üçüzü beşizi... birbirini kovalardı. yine o zaman da her zamanki gibi dünya nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. bense kendi isteğimle iş yaşamından ve umrumda olmayan insanlarla ilgilenmekten kesin olarak uzaklaşmış; hikayeyi yakın çevreye, eşe dosta, filmlere, müziklere, romanlara indirgeyenlerden olmuştum. bu tercih, dünyanın o uğultusu içinde dünya tarafından zerre kadar hissedilmemiş, ana haberlere konu olmamış, gastelerde iki satır bile geçmemişti. benimki çember içinde sadece yer değiştirmekti.
aylaklığın en şahane yanı 9-6 döngüsünden çıkmaktı. ama hayatta her şahane şeyin kepaze bir bedeli vardı. bu mecburiyetten çıkmamla uyku saatlerimin bozulması bir oldu. kaldı ki benim değişmez bir uyku düzenim hiç olmamıştı. o konuda hiç babama benzemedim bak. zaten annem hep der ki, ben babamın hep kötü yönlerini almışım. haklı kadın.
aylaklık günlerinde bir gün boyunca hiç uyumadığım olurdu bazen.
arkadaşlarla akşamları insan gibi buluşmalar için saati kurup alarmla kalkar, öyle giderdim. milletin gözleri alsancak kordunun ışıklandırmasının masalardaki yansıması gibi ışıl ışıl parlarken ben uyku sersemliği içinde, gözlerimi ışığa alıştırmak için oğuşturarak yeni güne adapte olmaya çalışırdım. onlar ertesi günün erken mesaisi için yatma saatlerine uygun adım evlere dağılırken ben cin kesilir, peki şimdi ne yapacağımı düşünürdüm. hiç mutsuz değildim, aksine hayata karşı tatlı, yıpratmayan bir intikam duygusu içindeydim.
fakat günlerden bir gün,
hiç unutmam
peşpeşe dört gün boyunca yakamı bırakmayan bir ölüm korkusu uğradı bana. durup dururken. ben sonraları bunu o günlerdeki uyku bozukluğuma yordum. dertsiz başa çorap örmeye yordum.
ölüm korkusu ile geçen dört gün ve gece...
yaşamak o kadar güzeldi ki birden ne yapacağımı şaşırdım. o dört gün boyunca her yattığımda "bişey olacak ve uyanamıycam" korkusuyla zoraki uykuya daldım. sabah gözlerimi açtığımda sırf "yine yaşıyorum, bugün de yaşıyorum" sevinciyle deli gibi geçti o günler. yediğim yemekler, içtiklerim, sıçtıklarım, konuştuğum, dokunduğum insanlar herşey öyle bir mucize gibiydi.
|
bir mizah dergisinden seneler önce kesip sakladığım. |
|
o dört gün boyunca yatağa her yattığımda iç organlarımı dinledim ve yaşıyor olmanın fizyolojik olarak bildiğim kadarıyla nelerin düzgün çalışmasına bağlı olduğuna şaşırdım. kendimden çıkıp çevre koşullarımın -o anda dahil olmak üzere- yaşamama aslında tamamen tesadüfi bir şekilde izin verdiğini, o an kafama bir meteor düşebileceğini, deprem olabileceğini, yan dairede yangın çıkıp alevlerin ben uykudayken beni bulabileceğini ve daha neler olabilleceğini, olacaksa durdurulamazken bi şekilde olmadığını yani bana tesadüf etmediğini düşününce aklımı oynatacak gibi oldum her defasında.
yaşıyor olmak ne kadar zorluydu ölmek ne kadar kolay,
çabuk ve herhangi bir anda gerçekleşebilirdi. çok basitti. bense çok savunmasızdım.
önce bedenin anlaşılmaz canlılığı, sonra ölümcül kazalar. bunları düşünme sırası hiç değişmedi ve son düşünme durağı da ölüm haliydi. nası bişeydi. ölümde ben...
zor bu, olmuyor. yani bilmediğin bişey üzerine ne kadar düşünebilirsin.
insan kendi ölümünü düşünürken bile aslında yaşamı düşünnmeye devam eder ya, hani son nefese odaklanmaya çalışıp hemen ardından birden, başucunda ağlayanların kimler olacağına, kendi cenaze törenine atlayıverir. yani yine yaşamı düşünmeye devam eder, tek farkla ki kendi orada değildir. ama orada olmayışını da herhangi bir başka yerde oluş gibi düşünür ancak. ben atlamamaya, kaymamaya çalışarak kendi ölümümü düşündüm o dört gece. alamadım kendimi bu düşünceden.
bi karanlık, buz gibilik evet tamam. hep bilinen şeyler işte. ölümü neye benzetiyorsak şimdiye kadar hepimiz. peki hep söylenen zamandışılık ve mekandışılık. nasıl bişey olabilir ki diye düşündüm. ama bu iki sözcüğü sözcükten öte kavramak mümkün müydü.
sonra bir korku duydum. bir korku ki, kelimeler kifayetsiz burda şimdi. delirtir kısa yoldan.
bir de derin, kopkoyu kuyu dibi gibi yalnızlık. en az ölümü düşünmek kadar delirtici.
ölümün rengi siyahsa ölümdeki yalnızlığın rengi de koyu bi lacivert. insanın çaresizliği yine 57 numara ten rengi.
o son nefesi verip giderken son bilinçli bakışta yardım et desen bile, yaşayanların,
en güçlülerin bile seni tutup çekemeyeceği an.
bişey oluyor, ne oluyor. ama geri dönülmez bişey o. bir daha asla kıpırdamayacak bir beden o.
yooook, her türden dini geç, bütün bunlara rağmen tanrıya da çıkmadı yolum. güldürmeyin beni. aksine daha keskin bir saçma duygusu geldi yerleşti içime o günlerde ve sonra. hala.
büyük korku, çaresizlik ve o ana dair derin yalnızlık hissi. bunları unutamıyorum o dört günden. ölümü düşünerek yaşanmaz lafını o günlerde laftan öte anladım. dayanılacak gibi değildi çünkü. çünkü sen istemeden ölüm gelip seni bulursa çok fena. (isteyenler de var biliyoruz bkz:intihar) ve yaşamak ne güzeldi, ne zordu hayatta kalmak. ne büyük tesadüftü günler yıllar boyu sürmesi bunun. yaşamak ne kederli bişeydi. dertli değil kederli. farklı bunlar. keder güzel sözcüktür, olumludur ve olan biteni olduğu gibi hissetmenin adıdır. ve yaşama kederinden intihara atlıyor kafa. çünkü ölümden korkumu bunca anlatışım intiharı anlamama engel de olmuyor aslında. nasıl ki ayrılık da sevdaya dahil, intihar da yaşama kederine dahil. evet o adam güzel söylemişti zamanında, "yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. yaşamın bu haliyle yaşanmaya değip değmediğini düşünmek..."
panik-atak gibi bişey miydi o dört gün boyunca yaşadığım. başlangıcı mıydı.
bilmiyorum. bilerek üstünde durmadım. hiçbir psikolojik desteğe inanmadığım gibi hayatım boyunca bir kere bile o sakinleştirici, uyuşturucu ilaçlardan da kullanmadım. hiçbir derdim tasam, istemsiz fiziksel tepkilere neden olmadı. zihnimi bulandıran, teklifsiz gelen rahatsız edici düşüncelerin fiziksel tek sonucu, geçenlerde bahsettiğim gibi birden şarkı söylemeye başlamaktan ya da yüz buruşturmaktan ibaret. benim de rahatsız edici anıları zihinden kovalama yöntemim bu.
işte ama o dört gün süren ölüm korkusundan beri, çevremde olan bitene, kafa ütüleyene derin bi kayıtsızlık eser kaldı bende. bakışlarımda hep bi oyunculuk, çıkan fırsatları kaçırmayan bi alaycılık hep. "ulan en fazla ne olabilir ki" var, "daha kötüsü ne olabilir ki" ile aynı anda "daha iyisi ne olabilir ki" var. matematiğin tarif ettiği doğrudan başka hiçbir doğruyu da varsayamıyorum zaten.
ama hızla geçip gitmekte olan ömrüme, çürümekle meşgul bedenime değen, beni genel kayıtsızlığımdan çıkaran, alaycılığımı bozan tek bi hikaye var: sevgi. sevgi varsa zamanın geçişi daha yumuşak, sevgi varsa saçma hissi az daha uzak...