25.02.2011

cıvık müdürüm afedersin

ne be.
buraya yazcam tabi kaydadeğmez hikayelerimi nereye yazcam. kaydadeğseydi kitapçı vitrinlerini süslerdi. gerçi canan tan diye bi kadın yazar var mesela o da süslüyo. aman neyse ne. aklın kolaycı kıyaslara hep meyyali var zaten.


kaç aydır şu işe gidip gelirim ve düşündükçe sevinirim: ne güzel, iş saçma olsa da kafana göre tiplerle çalışınca demek daha çekilir oluyor derim. ulan nazarım değdi heralde. bugün nası sıkıldım nası nası. müdür emriyle saçmalığın daniskasını yapıyoruz. hepimizin elinde yüzlerce(abartıyosam böyle olayım) telefon numarası listesi. tek tek arayıp bidi bidi bidi. ki benim işim değil ama türkiyede bana bi kurum gösterin ki orda gönülllülük temelinde dayanışma, efendime söyliyim aile sıcaklığı vs ile zikmesinler görev tanımınızı. yersen. yemezsen bak kapı orda.

zaten hastayım daha iyileşmedim de. ses tellerimi titretsem abdullahın biri yankılanıyor benden dışarı.
masadaysa herşeye rağmen bir telefon listesi... burcu bunlar arancak. tamam müdür ararız da inandırıcı olamayız. ben hemen arancak diyosamm. iyi be tamam.

adam köpekbalığı gibi geziyo ortalıkta. ofiste üç kişi üç bi yandan kafa zikiyo ezberledikleri cümlelerle. ben de oyalanıyorum kendi çapımda. geldi bi ara. napıyosun. birikmiş okunacaklar var dedim. tamam hadi bitir de aramaya başla dedi. iyi tamam be.

iki saat sonra nihayet artık daha fazla yapacak bişey bulamayarak listedeki ilk numarayı aradım. ve tertemiz telefon listeme ilk tiki koydum. içerdekilere de seslendim laf olsun diye görüşme olumlu geçti dedim. tam o an hızla bana doğru gelmekte olan müdürü su yüzüne çıkardığı yüzgecinden tanıdım. olumlu sözcüğüyle birden bu keyif katili köpekbalığını kendime çekmiştim. masamın etrafında hızla dönüp dolaşmaya başladı ve sordu:
- ne kadarını aradın, kaçı olumlu sonuçlandı? 
- bir !
 
adam sen duyduğu gibi bir asker dönüşüyle ok gibi fırlayıp çıktı odadan.  vaaav... nası sinir olduysa. yüz ifadesini görenler sonradan bana tarif edemediler. bi de daha da arkasından seslendim adamın uyuz olduğunu anladığım halde:
- ama iyi tarafından bakarsak bir de bir müdür bey!

zevzek. halbuki zevzekliğin ne lüzumu var. "birçoğuna ulaşamadım ama olumlu derken olumlu geri dönüşü kastediyorsanız epey iş çıkar bence bu listeden" filan gibi uzuuun bi şekil yap ama içini uydur gitsin di mi. hadsiz.

daha da sormaz kaçı olumlu filan. en azından ordan yırttık.
yarın da yine aynı terane. ki böyle bir ay sürermiş, öyle diyolar. 
napıcam bilmiyorum. 
kozmonot başlığı benim de aklıma geldi. suzandışı böylesi vahim bir konu da normalde işe yarayabilirdi. müdür deli olmasaydı. maazallah başlığın camını kafamdayken filan kırar da sokar ahizeyi ordan içeri. hiç gerek yok gündüz gözüyle burnumun dibinde bi gerilim filmine.  

bi sus, düşünüyorum.

23.02.2011

küçük insanlardaki cool tavırlar

iki gündür yatıyorum. işe gidemedim. evde de acı içinde inlemekten ve burnumu çekmekten başka hiçbişey yapamadım. sinüzit belası. 
saçlarınızı kurutmadan bıraktığınızda saç diplerinizden burun ve alın boşluklarına gönderilen heyecan dalgasına sinüzit denir. saçlarınızı kurutmadan çıkmayınız. bugün doktora gittim, iki ayrı antibiyotik yazdı. o kadar olmuşum yani.

allaan manyaa
muayeneden önce ben bir koltukta doktorun çağırmasını beklerken tam karşımdaki koltukta da ninesinin ve dedesinin arasında tombul bir kız çocuğu oturuyordu. oturduğum andan itibaren gözlerini dikip bana bakmaya başladı. ben de bir iki baktım sonra başka yerlere. sonra  tekrar baktım bu sefer uzunca. çocuk, bir bana bakıyor, bir açık kolundaki  yere -ufak bi operasyon yapılmış herhalde ve açık tutup beklemesi söylenmiş-  bakıyor sonra tekrar bana bakıyor. sanki bak bana naaptılar der gibi. ama yüzünde hiçbir ifade de yok. 

küçük çocuklarla eskiden beri iletişim kuramam. her defasında bozup atarlar beni. bişey söylemelerine de gerek yok. soru sorduğumda yüzüme dik dik bakarak yanıt vermemeleri bile acayip moral bozucu. buna rağmen arada bir denerim. sonunu bile bile. bu kız çocuğu da öyle sevimliydi ki, denemek istedim. gülümseyerek,
- ne oldu sana? dedim.
dedim ve gülümsememi biraz daha uzattım. tam beklediğim gibi tabi: bana baktı. baktı. sadece baktı. sanki o soru hiç sorulmadı. aramızdan biri iletişim kurmaya çalışmadı. bu ne rahatlık arkadaşım.

bebeklerden ve küçük çocuklardan çok tırsıyorum.
niye dik dik bakarlar ki. herşeyimi, tüm hayat hikayemi görür gibi. seni biliyorum der gibi. 

bu gülüyo yine nispeten.

otobüslerde minibüslerde de oluyor. nefret ediyorum çocuklu birinin arkasındaki koltuğa oturmaktan. kucağa gelecek yaştaki çocuk sahipleri, genellikle çocuklarının yüzleri arkaya bakacak şekilde tutuyorlar ya. herhalde öyle tutması daha az yorucu ondan. çocuk da naapsın, karşısında ne varsa tıngır mıngır yol boyu sallanan bir kafayla özgürce bakmaya koyuluyor. en çok da tam arkada oturana yani tam karşısındaki tipe. nası ölümüne inceliyor sıpa. delik deşik ediyor adamı bakışlarıyla. dikiyor bakışlarını, süzmüyor da. öyle tam gözünün içine bakıyor yol boyu. arada sıkılıp başka yerlere, camdan dışarı bakıyor mesela, sen bi nefes alıyorsun o sıra, sonra kaldığı yerden senle uğraşmaya devam... kitleniyor resmen. ne var ulan yüzümde. ben aynaya bu kadar dikkatli bakmıyorum be.

onunla konuşsan hiç oralı değil, senle konuşmaya hiç ihtiyacı yok belli.

güldürmeyi ya da tuhaf sesler çıkararak sevgi göstermeyi hiç beceremedim zaten. tacize katlanmaktan başka bişey gelmiyor elimden. ki ben de bazen onlara bakıyorum dik dik. hangimiz çevirecek bakalım bakışlarını. ama hiç öyle bir oyun da bilmiyor gibiler. 
zaten hep onlar kazanıyor aq.

21.02.2011

yaşama kederi

Diyorlar : "kül olmaz ateş yanmadan,
Denizler durulmaz dalgalanmadan"

işsiz aylak günlerimdi. günler birbirinin ikizi üçüzü beşizi... birbirini kovalardı. yine o zaman da her zamanki gibi dünya nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. bense kendi isteğimle iş yaşamından ve umrumda olmayan insanlarla ilgilenmekten kesin olarak uzaklaşmış; hikayeyi yakın çevreye, eşe dosta, filmlere, müziklere, romanlara indirgeyenlerden olmuştum. bu tercih, dünyanın o uğultusu içinde dünya tarafından zerre kadar hissedilmemiş, ana haberlere konu olmamış, gastelerde iki satır bile geçmemişti. benimki çember içinde sadece yer değiştirmekti.

aylaklığın en şahane yanı 9-6 döngüsünden çıkmaktı. ama hayatta her şahane şeyin kepaze bir bedeli vardı. bu mecburiyetten çıkmamla uyku saatlerimin bozulması bir oldu. kaldı ki benim değişmez bir uyku düzenim hiç olmamıştı. o konuda hiç babama benzemedim bak. zaten annem hep der ki, ben babamın hep kötü yönlerini almışım. haklı kadın.  
aylaklık günlerinde bir gün boyunca hiç uyumadığım olurdu bazen.

arkadaşlarla akşamları insan gibi buluşmalar için saati kurup alarmla kalkar, öyle giderdim. milletin gözleri alsancak kordunun ışıklandırmasının masalardaki yansıması gibi ışıl ışıl parlarken ben uyku sersemliği içinde, gözlerimi ışığa alıştırmak için oğuşturarak yeni güne adapte olmaya çalışırdım. onlar ertesi günün erken mesaisi için yatma saatlerine uygun adım evlere dağılırken ben cin kesilir, peki şimdi ne yapacağımı düşünürdüm. hiç mutsuz değildim, aksine hayata karşı tatlı, yıpratmayan bir intikam duygusu içindeydim.

fakat günlerden bir gün, 
hiç unutmam 
peşpeşe dört gün boyunca yakamı bırakmayan bir ölüm korkusu uğradı bana. durup dururken. ben sonraları bunu o günlerdeki uyku bozukluğuma yordum. dertsiz başa çorap örmeye yordum.

ölüm korkusu ile geçen dört gün ve gece...
yaşamak o kadar güzeldi ki birden ne yapacağımı şaşırdım. o dört gün boyunca her yattığımda "bişey olacak ve uyanamıycam" korkusuyla zoraki uykuya daldım. sabah gözlerimi açtığımda sırf "yine yaşıyorum, bugün de yaşıyorum" sevinciyle deli gibi geçti o günler.  yediğim yemekler, içtiklerim, sıçtıklarım, konuştuğum, dokunduğum insanlar herşey öyle bir mucize gibiydi.
bir mizah dergisinden seneler önce kesip sakladığım.

o dört gün boyunca yatağa her yattığımda iç organlarımı dinledim ve yaşıyor olmanın fizyolojik olarak bildiğim kadarıyla nelerin düzgün çalışmasına bağlı olduğuna şaşırdım. kendimden çıkıp çevre koşullarımın -o anda dahil olmak üzere- yaşamama aslında tamamen tesadüfi bir şekilde izin verdiğini, o an kafama bir meteor düşebileceğini, deprem olabileceğini, yan dairede yangın çıkıp alevlerin ben uykudayken beni bulabileceğini ve daha neler olabilleceğini, olacaksa durdurulamazken bi şekilde olmadığını yani bana tesadüf etmediğini düşününce aklımı oynatacak gibi oldum her defasında. 

yaşıyor olmak ne kadar zorluydu ölmek ne kadar kolay, 
çabuk ve herhangi bir anda gerçekleşebilirdi. çok basitti. bense çok savunmasızdım.

önce bedenin anlaşılmaz canlılığı, sonra ölümcül kazalar. bunları düşünme sırası hiç değişmedi ve son düşünme durağı da ölüm haliydi. nası bişeydi. ölümde ben...
zor bu, olmuyor.  yani bilmediğin bişey üzerine ne kadar düşünebilirsin.
insan kendi ölümünü düşünürken bile aslında yaşamı düşünnmeye devam eder ya, hani son nefese odaklanmaya çalışıp hemen ardından birden, başucunda ağlayanların kimler olacağına, kendi cenaze törenine atlayıverir. yani yine yaşamı düşünmeye devam eder, tek farkla ki kendi orada değildir. ama orada olmayışını da herhangi bir başka yerde oluş gibi düşünür ancak. ben atlamamaya, kaymamaya çalışarak kendi ölümümü düşündüm o dört gece. alamadım kendimi bu düşünceden. 

bi karanlık, buz gibilik evet tamam. hep bilinen şeyler işte. ölümü neye benzetiyorsak şimdiye kadar hepimiz. peki hep söylenen zamandışılık ve mekandışılık. nasıl bişey olabilir ki diye düşündüm. ama bu iki sözcüğü sözcükten öte kavramak mümkün müydü.

sonra bir korku duydum. bir korku ki, kelimeler kifayetsiz burda şimdi. delirtir kısa yoldan.
bir de derin, kopkoyu kuyu dibi gibi yalnızlık. en az ölümü düşünmek kadar delirtici.
ölümün rengi siyahsa ölümdeki yalnızlığın rengi de koyu bi lacivert. insanın çaresizliği yine 57 numara ten rengi.
o son nefesi verip giderken son bilinçli bakışta yardım et desen bile, yaşayanların, en güçlülerin bile seni tutup çekemeyeceği an.
bişey oluyor, ne oluyor. ama geri dönülmez bişey o. bir daha asla kıpırdamayacak bir beden o.

yooook, her türden dini geç, bütün bunlara rağmen tanrıya da çıkmadı yolum.  güldürmeyin beni. aksine daha keskin bir saçma duygusu geldi yerleşti  içime o günlerde ve sonra. hala.

büyük korku, çaresizlik ve o ana dair derin yalnızlık hissi. bunları unutamıyorum o dört günden. ölümü düşünerek yaşanmaz lafını o günlerde laftan öte anladım. dayanılacak gibi değildi çünkü. çünkü sen istemeden ölüm gelip seni bulursa çok fena.  (isteyenler de var biliyoruz bkz:intihar) ve yaşamak ne güzeldi, ne zordu hayatta kalmak. ne büyük tesadüftü günler yıllar boyu sürmesi bunun. yaşamak ne kederli bişeydi. dertli değil kederli. farklı bunlar. keder güzel sözcüktür, olumludur ve olan biteni olduğu gibi hissetmenin adıdır. ve yaşama kederinden intihara atlıyor kafa. çünkü ölümden korkumu bunca anlatışım intiharı anlamama engel de olmuyor aslında. nasıl ki ayrılık da sevdaya dahil, intihar da yaşama kederine dahil.  evet o adam güzel söylemişti zamanında, "yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. yaşamın bu haliyle yaşanmaya değip değmediğini düşünmek..."

panik-atak gibi bişey miydi o dört gün boyunca yaşadığım. başlangıcı mıydı. 
bilmiyorum. bilerek üstünde durmadım. hiçbir psikolojik desteğe inanmadığım gibi hayatım boyunca bir kere bile o sakinleştirici, uyuşturucu ilaçlardan da kullanmadım. hiçbir derdim tasam, istemsiz fiziksel tepkilere neden olmadı. zihnimi bulandıran, teklifsiz gelen rahatsız edici düşüncelerin fiziksel tek sonucu, geçenlerde bahsettiğim gibi birden şarkı söylemeye başlamaktan ya da yüz buruşturmaktan ibaret. benim de rahatsız edici anıları zihinden kovalama yöntemim bu.

işte ama o dört gün süren ölüm korkusundan beri, çevremde olan bitene, kafa ütüleyene derin bi  kayıtsızlık eser kaldı bende. bakışlarımda hep bi oyunculuk, çıkan fırsatları kaçırmayan bi alaycılık hep. "ulan en fazla ne olabilir ki" var, "daha kötüsü ne olabilir ki" ile aynı anda "daha iyisi ne olabilir ki" var. matematiğin tarif ettiği doğrudan başka hiçbir doğruyu da varsayamıyorum zaten.

ama hızla geçip gitmekte olan ömrüme, çürümekle meşgul bedenime değen, beni genel kayıtsızlığımdan çıkaran, alaycılığımı bozan tek bi hikaye var: sevgi. sevgi varsa zamanın geçişi daha yumuşak, sevgi varsa saçma hissi az daha uzak...

18.02.2011

kayış yine kopmuş

ne demişti nietzsche, hepimizin malumu:
"uçurumu sevenin kanatları olmalı" 

ne zaman demişti? red bull icat olmadan önce.
eh, normal bi insan - bi rivayete göre, o da yani melek gibi bi insandıysa- nalları dikmeden kanatlanamayacağına göre nietzsche'nin bu sözle yaptığı, açık söyliyim ibnelikten başka bişey değil. uçurumu seviyosan çakılmaya katlanıcan. doğrusu bu o lafın, ben söyliyim. çünkü  otostopçunun galaksi rehberi' nde de söylendiği gibi "uçmak için yeri ıskalamak gerekir", ki yok öyle bişey hayatım.

ha ben uçuruma göz göre göre atladım, kanadım da yoktu bak buna rağmen. pis çakıldım. yeri ıskalamak zor mesele. ama neyse ki kendimi bi çizgi film  artizi sanıyorum da, çakıldıkça tekrar yukarı çıkıp bi daha atlayabiliyorum. da ben bunu niye yapıyorum. onu hiç bilmiyorum.çünkü komik de değil...

şimdi ben de bi laflar hazırladım:
"kutu yapıp uyumayı sevenin kalbi olmamalı"

o kutu değil beööff... 
boşver ne bu şimdi. neyse ne.
O nası anladı bak, di mi seni gidi :)

14.02.2011

para biriktirmenin secret hole yasası


"Eğer birinin kimseyle paylaşmak istemediği bir sırrı varsa,bir dağa çıkar,bir ağaç bulur,ağaca bir delik açar ve sırrı o deliğe fısıldar.Ve onu çamurla kapar. Böylece sır orada sonsuza kadar kalır."

para biriktirmenin düşmanı dört ardışık sözcük tespit ettim:

1.bir
2.daha mı
3.gelicem
4.dünyaya

bunlar sırası bozulmayacak şekilde peşpeşe ve başında ya da sonunda amaaaan olabilir kimi zaman. 
bi de para biriktirebilenlere bak, onların bu peşpeşe sözcüklerden oluşan cümleyle bi derdi yok ya da anlamı yok onlara.
demek onlar, bi daha bi daha geliyorlar ve her reenkarne olduklarında birikimli olarak ilerleyebiliyorlar(mesela banka hesap numaralarını bi ağaç oyuğuna fısıldayıp sonra ölüyorlardır, secret hole hesabı)  ya da bi kere gelince bizim bilmediğimiz bi şekilde bi daha gitmiyorlar. ölmüyorlar yani. aksi takdirde "şimdi"nin keyfini, yaşanıp yaşanmaması muamma olan bir sonraya erteleyemezlerdi. öyle kendinden emin bi sonra harcıcam kararlığıyla.

bak kafa hala aynı kafa. yok ben bu kafayla para mara biriktiremem. evet.
-güzelim aşk filminin efsanesini de aldım neye benzettim. çirkinleştim hakkaten.  

dürt-me

şeytan, dürttü.

üçgende açı konusunda iyi olmadığım ortada.
problemin ne istediğini hemen göremiyorum, evet.
ben iki ucu kapalı doğru seviyorum.

13.02.2011

beyamcalar hanımteyzeler

hayatta bazen mesai sonu uzatılan kadehi geri çevirmezsen durmakta zorlanabilirsin. bu laflarımı hep yazıyosunuz bi köşeye di mi. bigün birileri bu sanal dünyanın da fişini çektiğinde hep uçacak bunlar. havaya bile karışmıcak. 

şimdi evet, bugün iki kadeh atıp evlere dağılabilen yarın bir bakarsın evlerin yolunu bulamıyor. oluyor bunlar.

dün akşam mesai sonu kafaları kırıp dükkandan çıktıktan sonra kendimizi yaş ortalaması nerden baksan 50 olan fasılcı tipler arasında bulduk. hakkaten orta yaşı geçmiş bi fasılcı tipolojisi de var bence. erkeği ayrı kadını ayrı ama çerçeve belli. hele o enstrüman çalan udi amca, sanat icra edicem derken böyle ortamların huysuzu olup çıkıyo. timur selçuk sendromu. sanırsın, bi o anlıyo musikiden geri kalan herkes zirzop...  içlerinden bazıları mesela musiki korosuna yazılır, naapsın geçmiyo vakit evde. söylerler şarkıları notalara basa basa. yanlış girenlere çıkanlara ve çıkamayan adamlara belertirler gözlerini. kimisi efendi bi memurdur ama bi yandan da içli bir şairdir kendince... bi de sen gençsin ya, böyle yanlış bişey yapsan bile mazur görülüyo,  gençlik işte filan diyo teyzeler amcalar. ortamın haylaz çocuğusun hemen öyle alıyorlar içlerine seni..

bir ara ortamdaki bütün masaları ele geçirip (istediğim zaman susturup istediğim zaman serbes bırakmak derecesinde) bir de şarkı patlattım mı. ay sabahlar olmasın...

zaten tek bi şarkı var sağlam keyifli olduğum zamanlarda söyliceğimin tuttuğu. o da nası ağır, nası tumturaklı, nası melankolik, nası numaracı... :)  şarkımı bitirdiğimde bi patricia kaas referansı yapmayı da ihmal etmedim. sonra haydi hep beraber  ikinci baharlar, danslar, dokuz sekizler... sonra yüzümü masaya yan dönüp hep beraber şarkı söyleyenlere doğru elim kulağımda "duyamıyorum" pozu atmalar (içimizdeki isimsiz assolistim yemin ederim), uzun masanın sonunda uyuklayanlara inen seri tokatlar (yok bunu şimdi uydurdum)...

şarkının dediği gibi, gecenin sonuna doğru "herkesle dost ol herkesle arkadaş" dercesine, mekandan her ayrılan gelip benle tokalaşıyo. sanki mekan sahibiyim aq. çok eğlendikler, çok memnun olduklar... yok demedim ben artık yine beklerizler, her zaman beklerizler... hahaha, o kadar da değil.

biz ayrılırken artık saat kaç olduysa, fasılcı beyamca hanımteyze tayfası da yavaş yavaş erimişti. üç beş kişi ve mekan sahipleri kapanış sohbetlerine girmişlerdi. bir garson dolanmaktan helak olmuştu. biz de herkese iyi geceler dileyip sallana sallana uzaklaşmıştık bile.

12.02.2011

e oyunu tabi, yalan mı.

bu sabah yolda, öyle dalmış gitmişim. radyo kanalı da fırsattan istifade reklamlara girivermiş. maruz kaldığım reklamın ne dediğini algıladığımda küççük kulaklarım inanamadı duyduklarına... sanırım turkcell reklamıydı. konu sevgililer günü. genç bir adam sesi, sevgililer gününü kutlamak isteyen sevgilisine türlü kutlama masraflarından kaçmak için bişeyler geveliyor ve hatta şunu da diyordu:

-sevgilim zaten sevgililer günü dediğin kapitalist sistemin bir oyunu!

e oyunu evet. tükettirmecilik.. götünden özel gün uydurmak..  bi de bunu gelenekselleştirmek.. ama öyle. apaçık ve acıklı bi gerçek bu. ve ne olmuş, o gerçeğe göre hareket edip 14 şubatı normal bi 14 şubat olarak geçiren kitle de, reklamın bir parçası oldurulmuş.

hayret yani o kadarcık muhalafeti bile alıyorlar insancıkların elinden. alıp onunla da dalga geçiyorlar ya. ay hayır asabım bozuldu. nası bi  döngüdür bu hakkaten,  kendine karşı olanı bile maskara ediyor reklamlarında. onu da bi satış tekniğine dönüştürüveriyor iki dakkada.

gerçi ne bozuluyo asabım? adorno teee 1944'te;
"dümenin başındakiler, tekelin varlığını örtbas etmek konusunda artık kaygı duymamaktadır; öyle ki varlığı itiraf edilirken ne kadar arsız olunursa gücü o kadar artar.
demiş kültür endüstrisine ilişkin bir makalesinde. ben yıl 2011'de bu satırları da bugün okudum. hatta az önce.  tesadüf. okuyunca aklıma sabah radyoda dinlediğim reklam geldi direk.

bi de sonra ondan geçtim, ulan burcu dedim, sen sistemin arsızlığına takılacağına -o zaten bilinen bi vaka- her seferinde bilmeden, o sıra okumakta olduğun kitaplarda tam da o ara oluşan kendi yaşantı parçacıklarına paralel temel parçacıklar bulmana takıl. asıl orda bi numara dönüyor.

ideal meslek

şehirlerarası otobüs yolculuklarında bayıldım otobüs camı yıkamacılığa.. sarı plastik çizmeler, bir fırça ve fırça sapına bağlı hortumdan gelirdi su güldür güldür..

çocukluktan beri imrendiğim tek iş.
eşşek kadar oldum otobüsün içinden izlemesi mi güzel yoksa yıkaması mı. karar veremedim. küçükken ne güsel oluyodu izlemesi içerden. sular akıyodu böyle aşşaşaşşaa. artık rastlamıyorum hiç. giderek yokoluyor  bazı meslekler. yıkaması da izlemek kadar antidepresandı sanki. stres vermeyen stres attıran bi iş. nerden baksan ideal. ne demişler, insan sevdiği mesleği yapmalı. yapılır yapılmasına. ama dinlenme tesisleri hep ıssız yol kenarı. yerleşimden  uzak.
adamın... biliyosun kamil.

11.02.2011

anlatabilsem de,

Ama o müzedeki en iyi şey, her şeyin yerli yerinde kalmasıydı. Hiç kimse kıpırdamazdı yerinden. Oraya yüz bin kez gidebilirdiniz, o Eskimo hala daha yeni iki balık tutmuş olur, kuşlar hala güneye uçar, geyikler o narin bacakları üstünde o pınardan su içer ve göğüsleri görünen o kızılderili kadın battaniyesini dokurdu. Kimse değişmezdi. Değişen tek şey siz olurdunuz. Çok büyümüş olmanız filan değil demek istediğim. Tam olarak o değil yani. Yalnızca değişmiş olurdunuz. Bu kez sırtınızda bir palto olurdu. Ya da, son gelişinizde sıradaki eşiniz kızıl çıkarırdı ve yeni bir eşiniz olurdu. Veya Bayan Aigletinger'ın yerine başka biri getirirdi sizi. Veya o gün banyoda annenizle babanız feaket bir kavgaya tutuşmuş olurdu. Veya üstünde gökkuşağı renkleri oluşan bir su birikintisi görmüş olurdunuz. Diyeceğim, değişik bir şey olurdu sizde; demek istediğim şeyi anlatamıyorum. Anlatabilsem de, anlatmayı isteyeceğimden pek emin değilim.

 J.D. Salinger, 
 Çavdar Tarlasında Çocuklar

yıldızlı bir gecede gökyüzünde görülen esrarengiz prompter


 "üzerimdeki yıldızlı gök, sonra bir prompter ve içimde ahlak yasası"
i. kant

hayatta bazen (ay yine başladı hayattan) hiç unutamayacağınızı ve her aklınıza geldiğinde güleceğinizi  henüz yaşanmaktayken anladığınız fıkra gibi kısa hikayelere tanıklık edersiniz. hayatınız boyunca anacağınız bu hikayenin, hayatınız boyunca sizinle birlikte olması muhtemel çok sevdiğiniz insanların başından geçmesini isterdiniz, lakin heyhat! hikayecileri öyle kafanıza göre seçemezsiniz.. zaten tanıksınız yok bi de seçeydiniz. (ayla ne diyo bu yavrum) işte yerli yersiz anlatıp durduğunuz  ve genellikle sadece sizin güldüğünüz o hikaye maalesef önemsemediğiniz, pek de tanımadığınız birilerinden çıkmış olabilir. buna hayatın cilvesi diyoruz. ve bundan böyle HC olarak geçecek yazıda. asıl önemli olan ise şudur:

herkes komik hikayesiyle yalnızdır. ona komiktir yani. ve genellikle, anlattığınızda kimselerin sizle birlikte gülmediği hikayeler de bunlar olur. boşuna çırpınmayın ve şöyle bitirmeyin: 
-"yaa anlatınca komik olmuyo da.. o an orda.." 
bunu yapmayın.. durumunuz bu kadar acıklıyken hayır. sıvamayın. 

diyeceğim, bende de böyle bir hikaye var, arada bazen bilmemkaçıncı baskıya girip birilerinin beynini ziksem de kimsenin benle birlikte gülmesini beklememeyi çoktan öğrendim dostlarım. anlatasım geldiğinde anlatıyor, kendi kendime kahkahadan kırılıyor, sandalyeden düşüyor ve yavaş yavaş sakinleşiyorum. neyi anlatmaya başladığımı bilen diğerleri ilgisiz bi ciddiyetle hikayemi bitirmemi bekliyor ve sonra kafalarını çevirip tütün fiyatlarından konuşmaya kaldıkları yerden devam ediyorlar. tamam be benimkine geçiyorum;

mevsimlerden yaz, corciyanın terasında serintili (serin|esintili) bir akşam havası içindeyiz.  baget ekmekten sandviç yapmışız. corciya'nın arkadaşlarını da say, toplam dört kişiyiz bir masanın etrafında. 

konu nasıl geldiyse havanın durumuna geldi. istanbul o anda kaç derecedir. hımmm...

tiplerden biri başını yıldızlı göğe kaldırıp birden ve nefes almadan, illere göre kendi hava tahminlerini saymaya başladı. elleri cebinde, gökyüzüne bakmaya devam ederek ve oturmakta olduğu sandalyesini de geriye doğru esneterek sayıyor:
- şimdi istanbul 30 derece olsa... izmir 34 derece, mersin 34 derece, sinop 28 derece, ankara 25 derece, kars...
(bu epey sürdü, hepimiz de sustuk bitirmesini bekliyoruz, ki 82 vilayetimiz var)

o böyle kaptırmış sayarken diğer tip önce ona yanaştı sonra kaldırdı başını, onun baktığı yere baktı bişey görmeye çalışır gibi, gökyüzünü kastederek şöyle dedi:
- nerden okuyosun bunları?

ahahahahiihihohoheheehehh hayallaahhhhöümmmm...  ...ımh , ... ve .
biliyorum.biliyorum.
bana komik.  

9.02.2011

anadolu kavağını tutturamamak ve süper kahraman silahımın beni bulması

bugün aylar sonra ilk defa corciyanus'la dışarı çıktık. benim zorumla. kendisi aylardır mağarasından dışarı kafasını uzatmadı çünkü. aslında biraz corciyanus'tan bahsetmeliyim. kendisi süheyla ve suphi adlı iki kendi gibi deli kediyle sonradan deliye döndürdüğü bir evde yaşamakta olup son 12 senedir benim içimi baymakta. artık gün içinde ne yaptığını düşündüğümde, ya saçlarının arasındaki tavuk kemiklerini ayıklıyordur ya da üzerindeki giysilere yapışmış bezelyeleri baş ve işaret parmağı marifetiyle etrafa fırlatıyordur gibi görüntüler canlanıyor zihnimde. böyle bi deli kadın. ben de onun deliliği nispetinde huysuz ve tatlı kadın. hehe.

günler önceden yaptığımız plan basit:  kadıköy'den bir otobüse binip beykoz'a gitmek. ama arabaya binmeden önce benim planım bir oyuncak su tabancası almak. (onu da anlatıcam) ben beykoz'a hiç gitmemişim. sağdan soldan yarım yamalak dinlediklerimden, kızkardeşimin manyakça abartmalarından sanıyorum ki kanlıca-anadolu hisarı-anadolu kavağı-beykoz filan bu istikametler böyle ormanlık yeşillik ve boğaz manzaralı bi sakinlik. 

biri zaten evde bile penguen, öteki desen yer yön fukarası. iyice soruşturmadan araştırmadan ne çıkıyosun yola. nooldu. işte dedim ya, kavağı tutturamadık bi türlü. beykoza gittik beykozdan anadolu kavağı - kavacık otobüsüne bindik meğer kavacık istikametine binmişiz.yani geldiğimiz yolu geri gitmeye başladık. bayaa da gittik ama sor ki neden. 

çünkü otobüste japon vardı!
hakkaten nolcak bizim bu japonluğa ilişkin önyargılarımız.. bak bu da başka bi yazı konusu. geç.
ikimizde  birbirimize söylemeden o japona güvenmişiz. otobüste bu varsa kesin  anadolu kavağına gidiyodur çünkü bu. elinde haritalar ve bir rehber kitapla şaşkolozca sağa sola bakıyo. hayır boynunda fotoğraf makinesi yoktu. neyse. meğer japon göreceğini görmüş, kavağı mavağı gezmiş, geri dönüyo. ne dediği de anlaşılmıyo ki, anlasak belki arkadaşına "ayol kavak da ne güzeldi di mi" diyosa çakıcaz mevzuyu. hey allahım. bu arada corciya da sürekli havayı kokluyor. hayır, tehlike var mı filan diye değil. anason kokusu arıyor havada. çünkü oralarda bi yerlerde rakı fabrikası varmış eskiden. hatta bi ara, otobüste ben envai çeşit pis koku alırken, o rakı kokusunu aldığını sandı. dedim o senin kazağından saçından başından geliyodur.

baktım ben biz bayaa geri dönüyoruz yolu. corciya zaten kurda tazıya bağlamış. kalktım şoföre böyle biraz da diklenerek  "anadolu kavağına daha ne kadar var" dedim. o da bana gülerek dedi ki, "kavak yok kavacık verelim" dedi. hadsiz. 

kalk dedim corci iniyoruz. apar topar indik ve ilk gelen taksiye atladık. çünkü toplu taşımayla amaçladığımız yere taşınamayacağımız ortaya çıkmıştı. yani iki elle bi ziki doğrultamadık. yuf olsun bize.

anadolu kavağı ta anasının nikahıymış. bi ara bana çorum yoluna girdik gibi bile geldi.
deniz kıyısı bi restoranda rakı-balık hikayesine girdik, gevşedik ve ondan sonra unuttuk yollardaki aptiliğimizi. geri dönerken de riske girmedik, korsan taksiyle beykoza ordan sarı dolmuşla kadıköye.


tabi anadolu kavağındaki rakı sofrasını, dün aldığım fiyakalı paltomun fotoğraflarını coriyanus'a defalarca çektirerek piç ettiğimi söylemedim daha. şimdi söylüyorum. kadıköy'den çıkarken oyuncak tabanca alarak aklım sıra paltoma gereken aksesuarı eklemiş oldum. geriye kalan tek şey konsepte uygun poz vermekti. ben verdim vermesine de, corciyanus'un kafası iyi olduğu için çektiği fotoğraflar bulanık. titrek bir penguen o.

**

ya asıl gerçeği öğrenmek ister misiniz? söylesem inanacak mısınız sanki... iyi peki hadi,

olay yerinden ayrılırken şans eseri bir kare...
şimdi. eski bir oyuncakçı dükkanından öylesine satın aldığım o tabancanın, meğer son skimsonik teknolojiyle yapılmış olduğunu ve içinde ölümcül tırtonyum maddesinden(ki doğada rezervi azdır illa ki) likit kurşunlar olduğunu söylesem inanmazsınız değil mi? biliyorum. tabancanın dışının fosforlu turuncu gibi komik bi renk olmasının nedeni de tırtonyumun güneş ışığından ve poyrazdan etkilenmesi tabi ki. ayrıca bu tabancayı üreten zekanın, rengini fosforlu turuncu seçmesinin, kötü ellere geçmemesi için tedbir olarak düşündüğü neşeli bir kılıf olduğunu da söylememe gerek yok heralde.

yani şimdi ben "önce fiyakalı paltomu buldum sonra dalgasına aldığım tabancamla birdenbire bir süper kahraman oldum" desem inanmıycaksınız di mi. biliyorum. biliyorum. zaten süper kahramanlığın en şahane yanı da bu: söylüyorsun kimse inanmıyor. ama sonra "ay burcuuu, sen yoktun neler oldu burda, sahi nerdeydin yine" demeyi biliyorsunuz. daha demediniz ama diyceksiniz. hep olcak bunlar. ben hazırım beni bekleyen görevlere. ya siz kuzum?
süper kahriman burcu sıdkısıyrıq beşi bi yerde iz peşinde... hikaye yaf,  aslında herşey fiyakalı paltom için :)

oldum ben.

ama en çok soldan sağa 3. sağdan sola 2. oldum :)

bugün, hiç aklımda yokken, sırf yıldırım aşkıyla birden, bir palto satın aldım.
ve giydiğim gibi yukardaki fotoğraftaki soldan sağa, sağdan sola hepsinden oldum.
yarın sokaklardayım.

8.02.2011

yanlış yunluş biutiful lar


açparantez : iş bu yazıda filme ilişkin birtakım ipuçları vardır. gereğinin yapılmasını.

filmi geçen pazar akşamdan kalma bi kafayla, heryerim ağrıyorken ve sesim havyerbardem'e dönmüş halde izledim. hiçbir sahtekarlığı olmayan iyi bir film. söylemek gerek. barcelona'da gelen ışığı, vuran güneşi, artistik şekli düşünecek hali olmayan ekmeğinin peşindeki insanların hikayeleri. (aşkolsun woody, adam aynı adam ama hiç öyle değilmiş ya oralar...)

uxbar'ın ölmeden önce kendini tavanda görmesi ise özel olarak en çok beni ürpertmiş olabilir. çünkü eskiden kalma böyle bir rüyam var unutmadığım. odamın kapısının üzerinden bana bakan ben. bırrr! filmi izlerken o sahneden sonra düşündüm. nolmuştu acaba, uyurken kalp atışlarım mı yavaşlamıştı o gece. belki. belki de uykumuzda kaç kez ölümün eşiğine gelmişizdir, haberimiz yoktur.

bi de film maço kitlelere eziyetti kanımca. kan işeme sahneleri olsun, hatunun biraderle takılması olsun,  çinli  eşcinseller olsun. ona ne gerek vardı anlamadım ben. hem çinlisiniz hem erkeksiniz hem de gaysiniz el insaf. ki bu cümleyle şimdi ırkçı mı olmadım homofobik mi olmadım iki dakkada. dur asma kesme hemen. üç günlük dünya, sen nası istiyosan nası seviyosan kardeşim. benim eyyorlamam da bu. yoksa banane.

dayak yiyorsun ya da sarhoşken düşüyorsun da o an, o gün sıcağı sıcağına hissetmiyorsun ağrıları. yavaş yavaş çıkıyor ya hani ertesi gün bi sonraki gün... bu filmin hikayeleri ve belgeselsi kareleri de zihne öyle pata küte giriyo yavaş yavaş çıkıyo. acısı.

kapaparantez: ve bir vesileyle aklıma geldi şimdi, bence filmin şarkısı the great gig in the sky.
pulse konserinden:

yalancı midye tava

bugün tavuk göğsünden midye tava tadı almayı deneyeceğiz.
deneyeceğiz derken yemek tarifi dili "biz" kullanıyorum. eziklenmeyin diye. yoksa ben denedim kaç kere. oluyor.
o hani insanın ağzında büyüyen kuru tavuk göğsü tadı gidiyor, bayaa bildiğin yumuşak bir midye tava tadı geliyor. tabi yoğurdun katkısını da belirtmeli muhakkak. muhakkak.

o tekerlekler biber turşusu. onlara bakma.
malzemeleri veriyorum, iki kişilik veriyorum, bir defa söylicem, tekrar etmem takibet:

2 adet tavuk göğsü
1 çay bardağı üzüm sirkesi
1 avuç (normal insan avucu) kekik
1 tutam (normal insan tutamı) tuz
1 tutam merhamet.. yok. pardon zaten sevgiydi nerden çıktı merh.. tamam devam,
tavukları bulamak için un 
kızartmak için sıvı yağ
üstüne dökmek için yoğurt (isteğe göre sarımsaklı da olabilir)
estetik görünüm için bi tutam ot(isteğe göre maydanoz, dere otu vs)

yapılışını anlatıyorum, burdan itibaren birlikte yapıyormuşuz gibi, herşey hepimizin :

küp küp doğradığımız tavuk göğsünü bir kaba koyuyoruz. üzerine üzüm sirkemizi ve kekiğimizi döküp malzememizi aşmayacak kadar su katıyoruz. ağzını kapatıp iki saat kadar bekletiyoruz. (ama bekleme var, isyan yok. bi yandan okuyup bi yandan yapan mı var aramızda. hadi ordan) hatta ne kadar bekletirsek malzemelerimiz o kadar kaynaşıyor birbiriyle. tavuklarımız sirke ve kekikle kenarda hellenirken biz çıkardığımız bulaşıkları yıkıyoruz. toplaya toplaya gidelim ki ortalık savaş alanına dönmesin. bulaşıklar bittiyse gidip yarım bıraktığımız blog şablonuyla ilgileniyoruz elimizin hamuruyla css kodlarını girmeye çalışıyoruz.

iki saatin sonunda tavuklarımızı sudan alıp süzgece koyuyoruz ki suyu iyice süzülsün. çünkü az sonra una bulayacağız ve topaklanmasını istemeyiz. tavukların suyu iyice süzülünce şimdi al tavuğu koy unlu çuvala salla salla vur duvara. çılgıncadır ama bu da bi yöntemdir. biz öyle yapmıyoruz. bir kabın içine koyduğumuz una tavuklarımızı efendi gibi buluyoruz ve tavada önceden kızdırmış olduğumuz yağa (önceden müğğ? e böyle bişey olacağı belli baştan, o kadarını da tahmin et artık) unlu tavuklarımızı atıyoruz. yağ sıçrıyorsa tavukların suyunu iyi süzmemişsin. kızaran tavuklarımızı alıp tabaklara koyuyoruz. üzerine yoğurdumuzu döküp, arzuya göre tepesine ot konduruyoruz ve gereğini arz ediyoruz.

evet, kişi sayımız fazlaysa malzeme miktarını o oranda arttıyoruz, bunu da söyletme artık. 
hayır, istediğin malzemeden başlayamazsın, saçmalama.
gidiş yolun doğru olsa bile doğru sonuca varamazsan yiyenler puan kırarlar, bu işler böyle.

haydi başarılar
ve afiyet olsun.

olası tepki: "aaa! hakkaten tavuk tadı gitmiş" 
zaruri teşekkür: tarifimiz izmir'den arkadaşım asmira'dan.

işte -bu da- insan: ben nasıl malabadi oldum?

başlık ecce homo'nun bölüm isimlerine atıf. tabi zikindirikçe.

sabahtan beri bussaate kadar şablon hikayesine yedik günü. arada fincan gitti geldi, ytong işten döndü, hayat devam etti ben bunun başına çakıldım kaldım allah beni kahretmesin.

konuşmalarım ve  düşünce biçimim de değişti. 
umarım geçici.
hayattan filan bahsederken bir şablon gibi düşünelim diyorum. mutfak tezgahındaki eşyaları gadget yerleştirir gibi sürükleyip bırakıyorum. çamaşır makinesinden çıkardığım widgetleri çamaşırlığa diziyorum. hatta akşam ytong'a uyuz olduğum bi tipten bahsederken "istediği kadar başka türlü görünsün, ben onun ruhunu biliyorum" anlamında "onun css kodlarının çok basit olduğunu, verdiği görüntü ne kadar düzgün olursa olsun, ben onun html'sini kafama göre düzenlediğimi" filan söyledim... evet, koptu kayış. yandı devre.