26.03.2012

yalınayaklar koleji

bi ara okuduğum, düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur adlı kitabı şu cümlelerle başlıyordu:
"okulda insan imal edilir. bu insan yapma sürecine eğitim denir."
burada kullanılan "insan" kavramı, sistemi besleyen üretim/tüketim unsuru ya da zincirin halkası anlamında.

sınavlara endeksli bir ülkede ve dünyada yaşadığımız için bazen düşünürüz; tektipleştiren, hayalleri ve özgünlüğü törpüleyen klasik okul ve eğitim yapısı başka türlü olabilir mi?

hindistan'da zengin ve eğitimli sanjit bunker roy  adlı bir hintli abi, adeta siddartha gibi yediği önünde yemediği arkasında paşalar gibi takılırken, merak ediyor, hindistan'ın yoksul kesimlerini geziyor, orada açlığı, sefaleti ve ekonomik temelli kalıcı eşitsizliği görüyor, yoksullar için birşeyler yapmak istiyor. sene o zaman 1972.  hindistan'ın bilmemne bölgesinde bir kolej açıyor. kolej işe yarıyor;  çoğu okuma yazma bilmeyen köylü kadın ve erkekleri kendi köylerinin güneş enerjisi mühendisleri, sanatkarları, diş hekimleri ve doktorları olmak üzere yetiştiriyor. zamanla hindistan'ın değişik yerlerinde aynı mantıkla kolejler açılıyor.

kimseye diploma verilmiyor, orada çalışmak isteyen eğiticilerde herhangi bir diplomalarının olmaması şartı aranıyor. ya diplomasız olucan ya da eğitimini yarıda bırakmış filan. (diplomayı gidip orda yırtsak?)
okul, sistemin gereksinimi olan "insan"ları yetiştirmeyi hedeflemiyor. insanların hayatını kolaylaştırıcı bilgiler ve deneyimler kazandırıyor. insan bunlardan haberdar olunca lan ne güzel şeyler de oluyor yeryüzünde bir yerlerde diyor. dedim. 

biz hala 4+4+4 üzerinden kısır ve önceden verili bir çerçevede birbirimizi yiyip eğitimi belli kesimlerin rant alanı olarak işlevselleştirirken, o meclislerde konuyla ilgilenen bir kişi de çıkıp, dünyadaki alternatif eğitim biçimleri hakkında konuşmaz kürsülerde... uygulanabilir olup olmaması bir yana, mühim olan düzene uygun kafadan çıkıp farklı fikirleri duyabilmek, tartışabilmek, düşünebilmek herşeyden önce. 

kolejin kurucusu, dünya bankası raporlarını geri dönüşümlerinden kuklalar yapmayı seven bu güzel abi,  kolejin nasıl işlediğinden bahsediyor:

22.03.2012

sevgili protonlar.

büyük hadron çarpıştırıcısı... arkadaşım olur. ve bundan böyle kısaca BHÇ diyelim kendisine. hatta aralara ünlü harf koymanın bedava olduğu şu güzel ortamda behiç olsun adı ve daha kolay olsun hayat.

BeHiÇ'in ben, dolaptaki içkiler tükenene, köşedeki markettekiler bitene, giderek tüm kadıköyde tek bir şişe kalmayana dek içtiğini bilirdim de çöpçatanlıktaki dehasından habersizdim.

geçen cumartesi bir araya getirdiği iki proton öyle hızlı çarpıştı ki, kimse neler olduğunu anlayamadı. nerden biliyorum, çünkü o protonlardan biri bendim.

doğru protonları bir araya getirince çarpışacakları muhakkak. hüner behiç'te. bunlar güzel çarpışacak diye düşünmüş bak.

iki proton şu sıra parçacık fiziği üzerine çalışıyoruz. efendim şimdi şunlar ellerimiz, bak bunlar gözlerimiz, sesimiz soluğumuz...

bahar da geldi ne güzel. içimizde kelebekler.

10.03.2012

anne dili ve edebiyatı'na giriş

canım annem, şu hayatta dil dağarcığıma bilmeden zarar verenlerin başındadır. kadın dil söz konusu olduğunda adeta bir teröristbaşı.

"insan, en çok sevdiklerinin dil dağarcığını altüst eden bir varlıktır" özlü sözünü şimdilerde daha iyi anlıyorum.

deyimlere örnek:

bu kadın yıllarca "hakkına hayet yok ya" dedi durdu. kendince, bu deyimi uygun yerlerde kullandı. ben de cümle içindeki kullanımından olsun, başvurulan ortamdan olsun, deyimin anlamını çıkarmaya çalıştım ama bi sonuca varamadım. herşeyden önce ortada bir "hayet" problemi vardı. hayet neydi? (a'yı uzun okuyoruz) acaba "hakkınahayet" birleşik bir isim miydi? doğada nadir bulunan eski isimli bir bitki miydi?

yıllar içinde bu tarz dil problemlerimi ya tesadüf eseri çözdüm(haaa demek ordan geliyormuş ya da haaa telaffuz edilirken ünlü düşmesi oluyo orda  tamam şimdi oldu vs.) ya da lugat karıştırarak tek tek sözcüklerden tümevardım da rahatladım.

yıllar sonra bir gün, hep ve sadece annemden duyduğum "hakkına hayet yok ya" deyimini bir başkasından duydum. duyduğum az farklıydı ama hemen tanıdım. ne dedin bi daha söyler misin lütfen dedim.

hakkında ayet yok ya, dedi. o an bi aydınlanma oldu bende. bir gizem daha çözülmüştü.
kelimelerden sessiz harf düşürmeyi başarıp, kafasına göre ilmek arttırır gibi harf arttıran bir anneyi düşündüm. sonra kendi içimde affettim onu. isteyerek yapmadı böyle şeyleri.

şarkı sözlerine örnek:

ben küççükken, ama bak yanlamasına tutsan bu kadarken, annem mutfakta bulaşık yıkardı. ve bulaşık yıkarken çeşitli şarkılar söylerdi. bunlardan biri "yeşil ördek gibi" adlı şarkıydı. annem şarkıya şöyle devam ederdi: "....daldım çöllere, sen düşürdün beni dilden dillere ne sen beni unut ne de ben seni." ne de güzel şarkıdır dinleyelim bi yandan. te allaaam, rakı var mıydı dolapta. bak şimdi.

ben gider gelir düşünürdüm, yeşil ördek niye çöllere dalsın? bir hayvan, o kadar mı hayvan ki çöle dalıyor?  gözümde de devekuşu gibi kafasını kuma gömen bir yeşil ördek canlanırdı. ördek bunu niye yapıyordu? sonunda yeşil ördeğin normal ördeklerden farklı olduğuna, belki bu durumun renginden kaynaklandığına, hatta renginden dolayı akranları arasında dışlandığına hükmettim. küçüğüm tabi, o zamanlar radyoda televizyonda şarkıyı söyleyen müzeyyen senar çıksa kaçacak delik, kafamı gömecek bir kumluk arardım evin içinde. belki şarkıyı dinleseydim, çoktan, "çöl değil gölmüş gölmüş beee" diyebilcektim. ama o zamanlar annemin dil dağarcığımı nasıl tehdit ettiğinin bile farkında değildim. velhasıl fırsat olmadı. okula başladıktan sonraydı sanırım, güftenin doğrusunu öğrendim.. öğrenmesine ama itiraf edeyim şarkının niye yeşil ördeğin göle dalmasıyla başladığını hala kavramış değilim.


liste uzar gider, belki daha sonra devam ederiz buna etiket açayım.
son yıllarda gündemimde yine annemin "anamın eski kocası, şimdiki babam" deyimi var.
düşünüyorum....... ama olmuyor. :(

erken teşhis hattı: 0-800-1-ateizm

"bu korkunç hastalıkla mücadele etmek için kurulan deniz lalesi derneğinin telefon numarası. 
gelin bugün bir iyilik yapın, siz de yakınlarınızı ihbar edin."

ince çalışılmış, her ayrıntı düşünülmüş. sindirmek, hiçbir detayı kaçırmamak için bir kere değil, defalarca izlenmeli :)
bu haliyle ana haber bülteninde yayınlansa, garipsenmez bile bu ülkede. gerçek haber zannedilip kimbilir kaç milyon evde ailecek ciddiyetle ibret alınır. milletin ateizmden anladığı bu zaten ya da bundan çok uzak değil diyelim.

ha bu arada dernek için girişimlerde bulunan ünlü hayırseverimiz de, geçenlerde ateistler için allah şifalarını versin diyen sevgili gülben ergenmiş. ahahaha. bu vesileyle buradan kocaman öpüyorum kendisini elma yanaklarından.

hazırlayanlar guru baba kültür endüstrisi'ymiş, takip edilesi.

8.03.2012

my week with marilyn

bunu da dün izledim. 
izlemeseniz bişey kaybetmessiniz,  izlerseniz de vakit iyi güzel hoş geçer. 
michelle williams, gerçekten de başarılı. yekta kopan'ın dediği gibi, bi noktadan sonra sanki gerçekten marilyn monroe'nun kendisini izliyormuşsunuz gibi geliyor. 
bi de film, kendini salmışlar, bırakmışlar, boşvermişler kategorisindeki kadınlara "ben de kadınım sahi" bilinci veriyor olabilir. (bana verdi) temennimiz bu bilincin kapanmaması. (terlik koydum araya)

why kevin vay

kırmızı bir film

filme alternatif isim önerisi: "keşke kevin hakkında konuşsaydık"
devamında alternatif tanıtım sloganı: "gerçi ne değişirdi?"

stilize ve akılda kalıcı bir film. 
annelik, anneliğe hazır olup olmama durumu, anne-oğul ilişkisinin psikolojik derinliği, erkek çocukların anne sevgilerini kaç bin türlü ifade edilebildikleri ve isterlerse anneye dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeleri bakımından, uuuu çok sert diyebilcaaamız.