23.10.2011

maskenin ağababası:


iş toplantısı gibi görünmeyen ama öyle olan yere, dün takıp gittiğim. 

öyle bi maskeydi ki, arada bir iş ortamında kullanamayacağım kadar oturamadı üstüme. neremden ürettiysem. dizi karekterlerinden apartılmış, epey de abartılmış bişeydi. taksiye binerken şöyle bir silkelenip hepsini attım asfalta. 
paaat kapattım kapıyı.

maske altında durmaktan dinlenmiş, pembeleşmiş, tazecik ciltlenmiş yüzümü taksiciye dönüp "kadıköye" dedim. ohh. taksicinin dünyasına teslim ettim kendimi. ya pür sessizlik ya memleket hikayeleri. du bakalım.

bu inceden gelen uğur dündarın sesi miydi yaf. tamam gündemci bi taksi bu. -da bu saatte ana haber kalmaz bu nasıl.. hımm arenayı radyodan da veriyolar demek. karşılıklı konuşmalar. televizyonda arka fon da siyahtır şimdi....
televizyonda arka fon da siyahtır şimdi.
gün geceye dönmüştür, 
ılıktan bir rüzgar esmiştir. 
biri, tekli bir koltukta bişeyler anlatır. 
yanlış bir ışık vurur alınan ifadesine, 
makyajı kötü görünür. 
yanında belki bir sehpa, 
şanslıysa arkasında bir kitaplık yalandan.
tek kural vardır: lütfen kameraya bakmadan.

ensesinde toplayıp medikal mandalla tutturduğu yüz derisiyle uğur dündar karşısındadır. dündar sorar tanık ifade verir. ömer lütfi topal, dündar kılıç, küçük veli, ayhan çarkına sıçtığım bi ton isim, fiil. 

radyoyu dinlerken laf olsun diye dedim öyle: "şu veli küçüğünde her iş de bi parmağı, her ortama uygun bi maskesi varmış." kendim kaşındım. meğer bunu bekleyen taksici birden "HE YAA.." sesiyle patladı ve tek hamlede radyonun sesini,  müşteri beklediği zamanlardaki o sevdiği seviyeye getirdi. bi anda yer gök demir bakır uğur dündar oldu, herkes arenadaydı hepimiz bu işin içindeydik. 

uğur dündar bişey sordu, röportaj veren evet dedi. bunun üzerine taksiciden, yol boyunca ve yola doğru tükürür gibi söylediği 32 "vay anasını" nidasının ilkini duydum. beşiktaştan kadıköye kadar sürecek olan bu yolculuğa 31 tane daha "vay anasını" sığabileceğini bilseydim, zaten taksiye binmezdim. neeeebiliym, o kadar tutmaz diye düşünmüştüm.

radyodan aldığımız gazla konuşurken, uyuşturucu ticareti deyince silah kaçakçılığı da demek zorunda kaldık. bir hiç uğruna ölen çocukları  andık, herşeyin farkındaydık. vay anasını. şehitlik kavramının uydurma, devletin kaydırma yapısına selam çaktık. o kadar konuştuk da bir kere vatan sağolsun demedik. vay anasını. konu bu olunca "sesini kısmak" deyimini de mecaz anlamıyla almış bulunduk, bize susturmanın hiçbir hali yakışmazdı artık. radyodan bangır bangır bi uğur dündar, bi yandan ben, bi yandan vay anasını, söylene söylene eve vardık. inerken baktım taksici radyoya bakarak "ben seni dinledim ama güzel kardeşim sen de hiç konuşturmuyosun ki" deyip çileden çıkıyordu. böyle zamanlarda gözlerim hep yiğit bulutu arıyordu.
paaat kapattım kapıyı. 
indim.

- şşşşşiir fena olmadı be.

12.10.2011

ibnelik nedir

diyelim ki müdürün, çalışanlardan birine olan antipatisi kadar yoğun bir çalışma haftası. cumaya kadar her gün sunumlar, toplantılar, gelenler gidenler, hoşgeldinizler yine beklerizler, çaylar kahveler...

bu olağanüstü hal ortamında müdür, bir sonraki emre kadar bütün izinleri kaldırmıştır. fakat gelgelelim o antipatik çalışan da, bir önceki haftadan beri tatilsiz çalışmaktadır. yorgundur, argındır, arada kaynayandır. bakar ki perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, salıdan gider müdüre bütün antipatikliğine rağmen, der ki:
- ben cuma günü tatil yapabilir miyim, biliyorsunuz 2 haftadır tatilsiz çalışıyorum. hı?
çalışanlarla ilişkilerini, ona yaltaklanma derecesine göre belirleyen müdür der ki:
- ya gelecek hafta kendi tatil gününde izin yaparsın ya da yarın!
- yarın mıığ yarın?.. ama yarın toplantılar devam ediyor burada olmam gerekiyor olmaz ki  gelecek haftakiyse zaten normal tatil cuma bence en uygun zaman müdür bey cuma  ols..
- ya yarın yaparsın ya da hiç. işte o kadar!

kritik karar ânı ha. bu amına koduğumun işi için gerizekalı kritik karar havaları mı yani şimdi.

"tamam ulan yarın yokum ben" desen, koduğumun iş etiği açısından yanlış; işi varken işinin başında olmayan sorumsuz çalışan durumuna düşülecek.
"madem izin vermiyorsunuz, peki öyle olsun. iki hafta tatilsiz çalışırım" dersen, koduğumun iş etiği açısından doğru; işi varken herşeye rağmen işinin başında olan fedakar çalışan olunacak. (ay midem kalktı bi an)

hıımmm... ne yapmalı?

o iş yerinde üç kuruşa çalışıldığı, o üç kuruşun da zamanında ödenmediği, her geçen gün kuş beyinli müdürün çalışırken insanı daha çok rahatsız ettiği düşünülürse, yapılacak olan belli. tüm çalışma koşulları düzgün olsa bile yapılacak olan belli. haftalık tatil insan hakkıdır, engellenemez. "iş için fedakarlık yapmak" insanın kendine ihanet etmesi demek. bu tür bi fedakarlık düşüncesi bile mide kaldırmaya yeter. haydi yemişim kritiğini kararını, peki müdürefendi resti görüyorum:

- tamam öyleyse, yarın gelmiyorum. 
 
/....gerçekten de ertesi gün evde huzur içinde ikiseksen yatılır. başa gelecekler bilindiği halde......./

perşembe işe gelindiğinde öğrenilir ki, tatil yapılan gün patron aramış. tatil yapanı istemiş telefona. müdür demiş ki:
-izin verdim ona bugün tatil yapıyor.
patron demiş ki:
-toplantılar varken tatil mi yapılır? 
müdür ucuzkahramanoğlu ne dese beğenirsin:
-iki haftadır tatil yapmıyordu, BEN izin verdim. ne var bunda! (dese beğenirim. pek kurnazca)

vaaayyy... bu konuşmayı bana aktaran çalışanlar "müdür seni savundu" diye anlatıyorlar. çileden çıkarak höykürdüm:

uyanın ey ahali!
bugün bana yarın size...
gerçekten savundu mu beni sizce?
(halk ozanı gibi kafiye de yaptım ki kitleleri etkiliyeyim)

hikayenin müdür tarafından ayar çekilmiş haline bakıyoruz:

iş yoğunluğu çok olacak bir günde tatil yapmak isteyen "sorumsuz çalışan"a, "anlayışlı müdür" izin vermiştir ve patrona karşı çalışanı korumaktadır.

 işte ibnelik, tastamam budur.

[ sonrasında patron, bizim şubeye geldi. müdürün beni toplantı günü tatil yapmaya mecbur bıraktığını, sonra da ona eksik yansıttığını ifade ettim. patron, çok yanlış olduğunu söyledi. ben rahat bi nefes alıp nihayet anlaşıldığımı düşünerek "bence de" derken, patron ekledi: 

- ne vardı burcu iki hafta tatilsiz çalışsan ne olurdu yani? 
- ?! (hepinizin aq ) ]

11.10.2011

iç sesin hızını kesmek nedir, nasıl yapılır

"oralara girmeseydin bari" 

iç sesten yakalanıp havaya bırakılmış bir tümce işte...
(oralara girmeseydin derken yani, konu olarak be!)

ses tellerini kullanmadığı için daha hızlı konuşabilen "iç ses"ten bir tümce yakalarsın, can havliyle artık bunu sesli söylersin ki, ses bi dursun. (bu olurken çöp kovasını siliyor olmam da çok manidar bir tesadüf dikkat edersen) buna iç sesin hızını kesmek denir. bu tür bir durumda kendinizi çocukların ulaşamayacağı yerde saklayınız. korkmasınlar yazıktır.

yöntem iyileşme vaat etmiyor ama... zaman kazandırıyor... demek istedim birden. sırf bişey demek olsun. lafla peynir gemisi hakkaten.

10.10.2011

belgesel kafası

depresyon döneminde izlenen film sayısındaki artış üzerine kaleme aldığım bi ton bilimsel makale içinde, tercih edilen filmleri iki kategoriye ayırmayı nasıl unuturum gerçekten anlamıyorum. sol beyin belli ki görevini yapmıyor. zaten bi süredir. 

iki tür film izlemek rahatlatıyor kafasının içinde sürekli konuşan o sesi durduramayanları:
1. hareketli, vurdulu kırdılı, saçmasapan filmler.
2. karmaşık şeyler söyleyen bir dış sesin hiç durmadan konuştuğu belgeseller.

birkaç kötü adam. hala iş başındalar.
sanılmasın ki hayvan belgeseli bitki belgeseli. hiç hazzetmem. bir koalanın en inanılmaz özelliğiyse... ohooo ben çoktan daldım gittim başka yerdeyim. geçmiş olsun.

daha çok uluslararası şirketlerle ilgili, global ekonomiyle ilgili, yediğimiz besinlerdeki gdo'larla ilgili, türkiyenin yakın tarihiyle ilgili yani kısaca zeitgeist işler. bunlarda anlatıcı hiç durmadan anlaması zor, kaotik cümleler kurar, onlarca isim duyarsın, onlarca kısa ropörtaj vardır, adamın dediklerini anlamak bir yana ekranın ortasında adamın ünvanı yanıp söner, kimmiş diye ona mı bakasın lafı mı kaçırmayasın.  ara ara ekranda çözmesi zor grafikler, animasyonlar döner. velhasıl beynin döner. herşeyi anlamak için kastırırken kafanın içindeki o uyuz ses çoktan susmuş olur. harika. işte bu.

yine bi tane izledim. inside job. küresel ekonomi üzerine olanları daha çok seviyorum. çünkü kullanılan kavramlardan bi bok anlamıyorum. anlamaya çalışırken çok güzel oluyor. yatırım sektörü, finans sektörü, derecelendirme kuruluşları, cdo'lar, kredi temerrüt swapları, fon satımı, subprime krediler, deregülasyon izlerken yüzümde bir "vay ipneler" ifadesi, içimde bi umutsuzluk hissi oluyor. bu umutsuzluk hissi bu sefer kendimden kaynaklanmıyor da daha küresel bi umutsuz oluyorum bir süreliğine.

aklımda kalanlar yine kazanılmayan ve harcanmayan paraların ekonomisiyle yönetildiğimiz ve barack obama'nın şu an yanındaki adamların 2008 ekonomik krizine sebep olan kararları alan bankaların, ekonomi kuruluşlarının tepesindeki adamlar olduğu. ha bir de amerika'nın çok saygın üniversitelerinin işletme fakültelerindeki profesörlerin ve  dekanların, bankalara, sigorta şirketlerine ve yatırım holdinglerine danışmanlık yapıp, çok büyük paralar karşılığı onları öven, herşey yolunda tadında makaleler yazdıkları. böylece dünyanın en zengin akademisyenleri oldukları. ayrıca izlanda'ya da burdan kucak dolusu sevgiler. çok üzüldüm.

yalnız dikkatimi çeken bi nokta; röportaj yapılanlardan biri de soros'tu ve kendisi, belgeselin, doğruyu konuşan adamlar safındaydı. isminin altına "hayırsever" yazmışlar. ops! kime göre neye göre hacı? üçüncü dünya ülkelerini gidip parasıyla karıştıran adam değil mi bu. zaten onca tatava içinde genele bakarsak belgesel bu balon ekonomiyi yaratan sistemle değil bu sistemde alınan "bazı" yanlış kararların amerikaya ne kadar zarar verdiğiyle ilgileniyor. isminden anlamam gerekirdi. dünyanın geri kalanı laf arasında parantez içinde. 

anlamakta zorlandığım kısımsa türev ürünler. bunlar tüm yatırımcıların var kabul ettiği şeyler.(paraleller ve meridyenler, paul ve virginie gibi heralde) amerika'da türev ürün piyasası bilerek denetimsiz bırakılıyor, hatta denetlenmemesi için yasa bile çıkarılıyor. 
bütün dünyada orta sınıf insanlar, bankalardan ev kredisi, tüketici kredisi filan alıp faiziyle ödeme yaptığında, o paralar bu türev ürünler piyasasına akıyor.
türev ürünler alıp satanlar da paraları striptiz klüplerinde, new york keranelerinde uyuşturucu partileri yaparak yiyolar çatır çatır. işin kötüsü, hala aynı sistem işliyor. muş. (deme bee, du bi çay koyayım)
doğru anlamışsam dişimi kırarım sevincimden.
ki zaten günümüzde biz sıradan halka ifşa edilen gerçeği(hadi herşeyi) anladığına sevinmek de bu tür belgesellerin isteyerek ya da istemeyerek hizmet ettiği şey: bilinçlenme yanılsaması. 
arada gazımız alınsın ki bu berbat hayata devam edebilelim değil mi.