28.11.2010

psycho'daki güneş gözlüklü polis hakkında

tipe bak
herkes filmlerden kendi payına düşeni alıyor bi yerde. alfred hitchcock'un filmi psycho'dan benim aklımda ne duş sahnesi kaldı ne dedektif cinayeti ne de sürpriz finali. ben filmin başlarında görünen gözlüklü polisi unutamıyorum. daha önceki bir yazımda da kendisini anmış ama fotosunu ekleyememiştim.

yol kenarında o gözlüklü polisle, hem de uyku sersemi bir halde karşılaşan ben olaydım, aklıma mukayyet olayım derken altıma eder, konuşma bittiğinde direksiyonu eve kırar, boklu donumu değiştirdiğim gibi şeytana uyup çaldığım paraları geri koymak için bankaya giderdim. zaten on yıldır çalıştığım yer, herkes birbirini tanıyor. günlerden de cuma. haftasonu tatilim var önümde vs avunmaya çalışırdım. 
adam sağlam rahatsız
tek farkla ki; gözlerimi yumduğumda artık, yol kenarında karşıma çıkan ve kocakafasıyla arabamın penceresinin tümünü kaplayan, sanki dünyamı kaplayan, bak bak bitmeyen o gözlüklü polis suratını bir türlü unutamazdım.


27.11.2010

ayrılığın sembolik mantığı

"giderken beynindeki o gri hücreler neyi emretti, bilemem ki..."

bugün, hayatımdan çıkalı tam 1 ay oldu. zaten hayatıma gireli, hayatımda duralı da 5 ay kadar olmuştu. nisan'da mesela, hiç yoktu. şimdi kasım'da da yok. bir farkla ki; nisan'da öyle birinin varlığını bile bilmiyordum. kasım'da ise hayatımda yok ama öyle biri var. biz buna düz mantık diyoruz. bu ayrımı anladıysak şimdi yeni üniteye geçebiliriz. kırmızı kalemle en tepeye yazıyoruz: sembolik mantık. kendi aranda konuşma.


dönmez ama,
geri dönseydi eğer,
burada bir çatal açmamız gerekirdi. hayır o çatal değil yavrım, sembolik mantık çatalı.

p: burcu, arkadaş kalalım. böyle hiç görüşmemek çok kötü.
q: özledim, tekrar deneyelim, sensiz olmadı
z: burcu, ben zombi oldum. hani şu yukardaki korkunç teyze var ya, beni ısırdı. zombiymiş meğer. şu an normalim ama sana dönersem bil ki zombi olmuşumdur. beni vurman gerekiyor, anladın mı? ağlamayı bırak burcu, vur beni. 
r: öbürünü olamadık, bari arkadaş olalım.

şimd p ve q' da devre açık, ışık yanıyor. 
z'de ise devreler yanmış, konu kapanmış dikkat edersen. 
r ise koşulların varacağı nokta diyebilcaamız sonuç.

şimdi bütün bunları sembollere dökersek;

(p v q) → r
(p ^ q) → r
(p v z) → Ø  ya zombiyse? öldürme, sakat bırak.
(p ^ z) → Ø arkadaş kalmak isteyen gözü dönmüş zombi. öldür!
(q v z) → Ø ya seviyosa? ama zombi olabilir. yazık. sakat bırak.
(q ^ z) → Ø pişman zombi. öldür!

(p v q) ^ z  → Ø depresyonlu zombi. iki kere öldür!
(p ^ q) v z  → ay sıkıldım şu anda yeter bitmez bu.

anlaşılmayan bir şey var mı?
var mı?
siliyorum o zaman tahtayı.

26.11.2010

şurdan bi kişi uzatır mısınız

olayın geçtiği yer      : minibüs
akşamlardan             : dünkü
kafa durumu             : yine mi güzel yine mi çiçek
rezil olunan kişi sayısı: şoför dahil bir tam minübüs
meyhanesi               : agora

bindim.
tek cam kenarı yer, arka dörtlünün önündeki ikilideydi. arkamdan gelenlerden önce orayı kapabilmek için  şoföre cebimdeki son nakit olan 50 lirayı bindiğim gibi uzatıp, para üstünü beklemeden cam kenarına geçip oturdum. nerede ineceğimi de söylediğimi sanıyorum. okuyacağım kitabı çıkardım, mp3 çalarda kafama uygun bir müzik aradım, bu arada minübüs doldu ve hareket etti. yolculuk için hazırdım ama bir şey eksikti hala: para üstü.

iki yönlü ok iki ucu bok
minibüsteki  para hareketini gözlemlemekteyim, herkes parasını uzattı üstünü aldı. demek ki en son benim verdiğim 50'nin üstünü hazırlayacaktı deneyimli şöfer. kulağımda da kulaklık olduğundan "50 veren kimdi" diye sorarsa ve duymazsam, birisi cukka eder mi paranoyası basmış beni. bu arada kulağımdaki müzikten de nedense vazgeçmiyorum. tek yaptığım uzaktan şöferi kesmek. beş dakika geçti. ben para üstüne çok pis kitliyim artık. bu esnada şoförün dikiz aynasından minibüsün içine soran bakışlarını gördüm gibi oldu. hah, dedim vaktidir, çıkar kulaklıkları burcu. çıkardım ve sorduğunu zannettiğim 50'nin üstü kimindi sorusunu tekrar etmesini bekledim. tam beklediğim gibi soru da geldi:

şoför: 50 lira neresi? (soru tam olarak böyleydi)
ben: burasıııı...

sessizlik.

para üstü gelmiyor. arkamdaki iki kız kikirdedi. onlar kikirdeyince ben düşündüm. acaba değişik bir tonda mı yanıtlamıştım bu basit soruyu. hani "burasıııh agora meyhaneeğesiiiih" güftesindeki "burası" tonunda mıydı? yanıtımı tekrar düşündüm saniyelerde. galiba öyle olmuştu yav çok komik oldu o zaman. neyse. ama neden para üstü gelmiyor hala? kimse istifini bozmuyor. kulaklıkları da takamıyorum. birşeyler ters ama ne? şoför tekrar seslendi:
daha fazla yüz kızarması

şoför: 50 liradan nereye? (tam olarak böyle dedi)
ben: burayaaa!
şoför: ablacım onu anladık da nereye gidiyosun?
ben: haaa... ben şey x'e.

sessizlik.
minibüste çıt çıkmıyor. sağolsunlar, olgun insanlarmış.
yine de nolur nolmaz takmadım bi süre kulaklıkları. sandım ki taktığım gibi kahkahalar patlayacak. gerçi patlasa nolcak. sen de şabana vurup onlarla gülcen kendi yaptığına. bekledim, birisi "kafan mı iyi" diyecekti kesin. bu soru ya şimdi sorulurdu ya da hiç... onu da sormadılar. kitabımı açtım, ne yapıyorsam  daha normal yapmaya çalıştım. kitapları normalde yakın tutarak okurum, bilerek biraz daha mesafe koydum kitapla arama mesela. agora meyhanesini filan düşündüm. nerden nereye gitmiş kafa. para üstü de geldi tabi. 
benim dışımda ortamdaki herkes için konu o değilmiş zaten, hiç o olmamış ki.

25.11.2010

bir romantik film ne kadar gerizekalı olabilir?

işte bu sol yandaki kadar.

"ben ne berbat romantik filmler gördüm" diyene "dur daha beni görmedin" diyen bir film kendisi. gözünü kırpmadan vakit öldürenlerden.

uykusuz gecelerin yeşilçamları

siyah kuşak dikkat edersen
tanınmak istemeyen suçlu rolünde bülent kayabaşı iğrenç sarı peruklu, gizli görevdeki polis rolünde ediz hunu sakallı halde görebileceğimiz (ediz hunu traşsız gören var mı arkadaşım) bi filmmiş eskilerden. filiz akının şakası yok, bi bakıyosun köylü kızı, bi bakıyosun komser bi bakıyosun karateci.

filmin bi yerlerinde kötü adamlardan biri, bir garibanın canına kıymadan az evvel şöyle diyo: 

-senden iyi olmasın, bir arkadaşım vardı. her soruya senin gibi "hiç" diye yanıt verirdi. sonunda bir hiç yüzünden ölüverdi.
dikşın dikşın. (iki el silah sesi)

21.11.2010

sonunu düşünen format atamaz.

bilgisayarıma giren virüsün
yandan bir görünümü
izmir'de son günüm sabahtan beri bilgisayar başında geçiyor. sonunu düşünmeden tıkladığım bir siteden truva atı diye bir virüs kaptırdım bilgisayardan içerü.  yaptığım hatayı düzeltmeye çalışarak geçirdim günü.  ve görüldüğü üzre halletmiş bulunuyorum.


ki benim bilgisayar bilgim tamamen doğaçlama. (burdan format atmayı gözünde büyütenlere de umut ışığı olmak istiyorum sayın dündar) böyleyken nerden geliyor bu ulu orta sağa sola tıklama cesareti bilmiyorum. çevremde ha deyince çağıracağım bilgisayar kurdu, saniyede onbin tıklayabilen bacak kadar komşu çocuk filan da yok yani. kurtlar vadisi pussy'de mi geçiyodu, polat alemdar mı söylüyodu, gücüme gidiyo bu arkadaştan bir özlü söz alıntılamak ama durumumum başka bir açıklaması yok: "sonunu düşünen kahraman olamaz memati. "



hikaye şu: 
giderken götüreceğim dizi bölümlerini ve indirdiğim şarkıları cd'ye yazdırayım derken baktım bilgisayarda nero yok > netten nero buldum > keygeni yok. > keygeni buldum. >> artık bilgisayar yok!! keygen diye tıkladığım truva atı diye bi virüs çıktı. bilgisayarı gözlerimin önünde ele geçirdi. sistem geri yüklemesi bile yaptırtmadı bana hayvan. bilgisayarcı bir arkadaşı aradım, gelirim ama geç gelirim dedi. benimse vaktim yok, yarın gidiyorum.
bişeyler yapmam gerekiyordu.

insan zora girince kendinde bilmediği yetenekleri keşfediyor. o filmler hep gerçek! düşmekte olan uçağın içindeki "ama hayatımda hiç uçak kullanmadım ki" diyen ve sonra sağsalim yere inen o kahraman pilot da benim. olabilirim. aşık olup terkedildiği halde "ama ben ilişki yürütemiyorum ki" deyip yakın gelecekte yine aşık olacak olan da benim. olabilirim. 

bu doğaçlama bilgimle, iki parmak klavyemle format atmışım, motherboardları ağlatmışım, ne yalan söyliyim bayram tatilini böyle sürpriz bir finalle bitirmek iyi geldi doğrusu.özgüvenimi perçinledim.

şimdi bi tek sorunum kaldı: bu giderken götürmek istediğim şarkıları ve dizi bölümlerini cd'ye nasıl, hangi programla atıcam?? bakıcaz bi çaresine. 

az önce scrat aradı ve aramızda şöyle bir diyalog geçti:

scrat: bitti mi bilgisayarla işin? geliyorumben bırak artık şunu.
ben: ya sorma format atttım ama nero hala yok, sende nero'nun setup'ı var mıydı? varsa getirsene nooolur..
scrat: bir bakayım. bende herşey kurulu gerçi. 
ben: aa ama dur olmaz, benim bilgisayar windows 6 oldu format atınca. nero kurulamıyo. seninki de windows 7 dir zaten. boşuna getirme, olmaz.
scrat:  vindows 6 hangisi ki?
ben: 7'den önceki.

anafikir:  bende ve en yakın çevremdeki bu bilgisayar bilgisiyle ben atabildiysem format, herkes atar. elini korkak alıştırma. F8' e basıyosun güvenli moda geçiyosun, ondan sonra o yönlendiriyo zati.

19.11.2010

ibrahim, bir şiiri beş gündür anlayamayan şapşal kim

bir şiir var.
yani varmış, 
ben sonradan, bir türk filmi vesilesiyle öğrendim varlığını. şiirin okunduğu bölüme tv'de tesadüf edince farkına vardım. adam gibi kulak verince  elimden düştü şişler, örgüler. tv olunca geri de alamıyosun artık. o an aklımda kalan son dize:
"ibrahim, gönlümü put sanıp kıran kim?" 
 
bu son söz zaten başlı başına benjamin biolay iken, o son sözden öncesinde de çok acayip bi film dönüyor şiirde, ama tabi ki  dizeler uçmuş gitmiş, kafada öyle bi hava kalmış. 
naparsın 
koşarsın google'a. dersin böyle böyle:  
asaf halet çelebi + ibrahim  + put
 
"ibrahim"miş şiirin adı. başladım okumaya. okudum bitti. anlıyo gibiyim ama tam olmuyo. hz. ibrahim kimdi? buhtunnasır ne lan? o ilk kıta nasıl öyle çarpıcı? ya son satır nası dağıtıyo ortalığı? hz. ibrahim'i kurcaladım biraz. buhtunnasır'ın nebukadnezar da denilen babil kralı olduğunu öğrendim. hani sevgilisi semiramis'e asma bahçelerini inşa eden. tamam ibrahim maneviyatı temsil ediyo, buhtunnasır boğazına kadar dünyevi bi terbiyesiz. kral olmuş ama adam olamamış. anladık. ibrahimin tarihteki en şahane ayarlardan denebilecek put kırma hikayesini okudum.  

kabeye giriyo bu, o zaman her bi taraf alabildiğine putluk...  bir baltayla kırıyo bütün putları, en büyük puta ellemiyo, putun eline asıyo baltayı çıkıp gidiyo. sonra geliyo putperestler, ibrahime diyo maceraperst misin ulan niye kırdın putları? ibrahim de diyo ki balta en büyük putun elinde ben yapmadım o yaptı. putperestler, olur mu öle şey ibrahim, onlar put! ibrahim de bunun üzerine ne dese beğenirsin? kazanın doğurduğuna inanı.. yok pardon karıştı, tapıyonuz ya işte niye kırmasın filan diyo. bu laftan sonra moraran putperestlerle ilgili bi bilgi yok. işte bunları bu şiir vesilesiyle öğrendim. buhtunnasır'ın da mesela yahudileri kudüsten kovduğunu filan. esktra hikayeler de aldık. bi dünya şey öğrendik ama şiirle ilgili adamakıllı analiz yok. işte bu şiiri araştırayım derken buralara gittiysem demek ki daha önce de aynı sebeple denk gelmemişim dedim. 

ya sen ne diyorsun? ikinci gün sabah uyandım yine aklımda bu şiir. te allaaam dedim, nolcak bu halim. anlayamazsam çatlıcam. gittim şiirle ilgili makale yazmış bir profesör buldum netten. ankara üni.den. ona mail bile attım, makalenizi gönderebilir misiniz ulaşamıyorum, ulaştıklarım da hep dini göndermeli filan diye. ertesi gün şakkadanak yanıt geldi profesör doktordan: iş bankası hesap numarasını göndermiş, 10 tl karşılığında yollucakmış o makalenin de olduğu kitabını. kitabı napayım bi makale be! kopyala yapıştır iki dakka. hiç işim yok gitçem bankalara, vazgeçtim. bi başka makale buldum yine şiirle ilgili onu da bi tuğgeneral yazmış (!)  okuyorum, bi yerden sonra gülme geldi bana, çünkü mesaj kaygılı general abimiz, şiiri bırakmış herşeyden bahseden adam olmuş  bi yerden sonra. maceradan maceraya koşuyoz yani şiir yüzünden.  edebiyat örtmeni bi arkadaşım var ona sordum, buluşçaz yarın. zaten beş gün oldu evire çevire çözdük biz kardeşimle az buçuk. 

neymiş ulan şu şiire gel diyosun, geliyorum bi dakka canım.
şiiri duyduğum film acı aşk. sırf senaryosu onur ünlü'nün diye açıp izlediydim. ilk izlediğimde demek kendimi verememişim filme ki, atlamışım şiiri. ikincisi işte bayram ekranına bakarken oldu annemle. zaten şiirin geçtiği yere kadar izleyip nette aldım soluğu. yalnız helal olsun bak onur ünlü'ye. seviyorum keratayı. o filmde o şiir okunmasa ben ömrü billah hz ibrahimi merak etmicem çünkü. nebukadnezar'dan da ancak matrix'i tekrar izlersem haberim olurdu. o da beni şiire götürmezdi. şiirin sahibi asaf halet çelebi'ye ise liseden aşinayım, o kadar. böyle sağa sola serbest gönderme yapan alt yapısı iyi sinemacılara ihtiyacımız var diyerek sosyal tespitimi de yapıp tamam be şiire geçiyorum:

ibrahim şiiri şairin bu kitabından
İbrahim

ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla

kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim


güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhim
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim


bi kere ilk kıta zaten yemiş bitirmiş bütün hikayemizi. hepimizin.
ikinci ve üçüncü kıta adamı zorla tanrı inancına götürtüyo olabilir ama ben hala alternatif dindışı bir yoruma kasıyorum. derken sön kıta yani dize/soru çok acayip işte... benim yorumum şu, şair "ben ki zamansız bahçeleri kucakladım" diyo ya, yani ben ki diyo (benim allah belamı versin şu analize bak) aslında nerelerdeyim, sevdiceğim beni anlamadı, içi boş ya da değersiz put zannetti gönlümü. ibrahim sen iyi bilirsin bu işleri diyo, o yüzden ibrahimi seçmiş zaten meramını anlatmak için. niye böyle olduk biz bununla diyo. (ve yine okurun taze kuyruk acısı fırlıyo burdan evet) bak şiirin başında nerden alıyo nereye getiriyo lafı yaa...  ve başta içimde derken sonda gönlümde sözünü seçmiş dikkat edersen. demek ki farklı.  buzdan evin güneş karşısındaki çaresizliği, buzdan eve şairin içine kapanışı dersek güneş sevdicek olur mu? "güzeller bende kaldı" kısmı ise kaldı öyle, hala dindışı tam bişey bulamıyorum.

şimdi kimse kalkıp da "ne kasıyosun, kabak gibi tanrı inancı var dinsel bi şiir işte" demesin bana  valla atarım klavyeyi kafasına.  öyle olmazsa çok güzel olacak çünkü.

hayatımda ilk defa bir şiir günler boyu (5 gün) düşündürdü beni. valla güzelmiş. böyle düşündürcek şiirler bulsak hep. nadir ezberlediğim şiirlerden biri oldu ayrıca. bir diğeri cemal süreya'dan "üstü kalsın". o da başka bir yazıya kalsın. zaten buraya kadar okuduysan dişimi kırarım.

şair burada kıçındaki tekme izine seslenmiş

Bi rahat durabilseydin hayatımda,
Bu bayramda keşfettiğim,
yeni şarkılar dinletecektim sana.
Biliyorum, köpek gibi de sevecektin.
Dulce pontes, jim noir, pauline london mesela.
şiire yabancı isim koyunca
daha havalı oldu mu acaba.
ve sen, ah sen sen, terkedip giden
Şimdi mırıldandığın ve elinde kalan
Kol düğmeleri barış manço’dan
İki düğme iki ayrı kolda
bizim gibi ayrı yolda

16.11.2010

izmir; kaldığın yerden devam et...

S06E04

"otobüste manyak bir insan göremiyorsanız, o sizsiniz demektir"

Ted Mosby


izninizle bundan sonra otobüs yolculuğu yapanı ziksinler diyerek başlıyorum. yani tabi bayram münasebetiyle biletleri gidiş dönüş aldığım içün dönüş yolculuğundan sonrakinden itibaren ziksinler diyorum. almış bulunduk bi kere. 

böğk!
yollar git git bitmedi, yandaki ikili koltukların tamamını tek bir aile almıştı sanki. sinirli bir baba,  ezik bir anne ve  6-7 tane irili ufaklı çocuk. hepsi aynı kadından mı bilmiyorum. en büyüğü 10 yaşlarında bir kızdı. ellerinin içi kınalıydı. bu eli kınalı kız çocuklarını görünce hep bana çok sıkıcı bir çocukluk geçiriyormuşlar gibi gelir. onun yerine sıkılırım geçen zamandan, olan bitenden, onlar yerine bir an evvel büyümek isterim. zaten kına kokusu bana sıkıntıyı çağrıştırır direk. çocukken bir kına gecesinde istemiştim hayatımda ilk ve son defa. sürmüşlerdi, ellerimi de sarmışlardı tülbentle. boks eldiveni gibi. yıkasan da çıkmıyomuş filan ilginçti. beklemesi heyecanlıydı. ama ya sonrası. avuç içi teriyle karışan o mayhoş kına kokusu o kadar betti ki, sürekli koklama tepkisi yaratmıştı bende. işlem tamamlandıktan, eller yıkanıp ben bir süreliğine o kınayla lanetlendikten sonra nasıl bir işe bulaştığımı anlamıştım. otobüsteki kızı sahip olduğu kınası ve berbat ailesiyle bir kaç dakika böyle inceleyip, kafamda hikayesini yazıp bitirdikten sonra üç tane film taktım, kulaklıktan film sesi duymaktan kafam kazan ben kepçe oldum. robin hood'u izlemek de otobüse kısmetmiş. iyi ki. ben hayatımda bu russell crowe kadar apaçık tıkı şevket olup da bu kadar paraya üne kavuşan başka insan görmedim. piknik tipten karizmatik kahraman olur mu lan? piknik tip, pikniğe gitmeyi seven neşeli bir nedim sabandır işte. aman neyse ne. 

geldim izmir'e, evcaazıma.  tokuştuk bizimkilerle. herkesi iyi gördüm fakat içine marvin kaçmış kedimiz arif'i kilolu buldum.  

ve insan nasıl da hemencik uyum sağlıyor bulunduğu ortama değil mi cemşit?
bundan altı ay önceki günlerden birine dönersek benim istanbul'da yepisyeni bir hayat kurmak üzere yola çıktığımı görürüz. ki konu bu değil. konu, o günden öncesi: yani yaklaşık bir buçuk yıl kadar süren gönüllü işsizlik süreci. şimdi düşünüyorum da saysan 500 gün filan eder ama aslında 1 gün gibiydi. hepsi neredeyse aynıydı. milyon tane dizi, artık yönetmenine göre festival havasında izlenen filmler, şarkılar, biraz deryalı günler, biraz haberler, ev temizliği ve örgü, olabildiğince az insanla temas... özlenen bir aylaklığın ölesiye geberesiye çıldırasıya yaşanması.
sonra?
sonra nolcak, burak kut'tan gelicek duygusal bi çalışma, ve  yaşandı bitti haydi zıpla diycek, bavullar toplancak, anne ben gidiyom denecek.

lily'nin intikamı
bu sabah uyandım. nerdeyim ben, karşımda yatan kim. sonra topladım kafayı. evdekilere gelmeden önce kaçırdığım bazı dizi bölümlerini, filmleri emretmiştim, indirilsinler diye. indirilmişler. ailecek kahvaltı ve bayramlaşma hikayesinden sonra geçtim odama.  herşey bıraktığım gibi duruyor odamda.  ısmarladığım izlenecekler indirilmiş, klasörlenmiş. hangisinden başlasam. tabi ki how i met your mother...

peşpeşe taktım bölümleri. hiç sıkılmadan izledim son 6 bölümünü. yine sanki tanıdıklarımmış gibi oldular. diziyi fazla kaçırınca sanki onlarla yaşıyomuşsun gibi'lik geldi bana. en beğendiğim bölüm subway wars adlı  4. bölüm oldu. o neydi ya, kendimden geçtim gülerken. gülürken. gülerken miydi lan, yabancılaştım şu an. dolapta taaa geçen kış yarım bıraktığım örgüyü buldum, birazdan onu alıcam elime. sonra mad men'in bu sezondan izlemediğim son üç bölümünü takarım. sonra yatarım.

yani sanki hiç gitmemişim gibi, onu diyorum. 

13.11.2010

film hakkında film dışında her şey

filmlerden gündelik hayat hakkında püf noktaları öğrenmenin hastasıyım. çoğu uygulanabilir olmuyor ama izlerken o anda güzel oluyo. mesela persepolis'te küçük kızın babaannesinin memeleri yaşlı olmasına rağmen yuvarlak ve diriymiş, kız soruyordu "babanne nası böyle bunlar," babaannesi de püf noktasını söylüyordu: her akşam içi buzlu su dolu taslara batırıp on dakka bekletiyomuş. ertesi gün düşününce teyze manyakmış diyosun, bunun kışı var ayazı var, doğalgaz faturası yüzünden her daim kısıkta çalıştırılan kombisi var, kim batırcak buzlu suya memelerini? ama işte izlerken o an sanki memeleri kurtarmanın yolunu bulmuşsun gibi oluyo.

bu filmde de doğal yollardan tedavi edici kadın, esas kızın dizlerini kontrol edip kıza dedi ki, "uzun süredir seks yapmamışız?" beriki şaşırınca açıkladı kadın: uzun süre seks yapmayınca dizler kuruyormuş. gerçi bunun insana ne faydası olur? uzun bir süredir seks yapmamışsan uzun bir süredir seks yapmadığını biliyosundur zati. insan dizlerini yoklayıp hımmm bayaadır seks yapmıyorum der mi demez. ama olsun yine de arkadaşlar arasında, yaz mevsiminde filan bacaklar çıplakken dizleri kuru olana ne zamandır seks yapmıyosun sen deyip hava atılabilir. o da ay nerden anladın kız filan der, dizlerin kurumuş baksana dersin. o nassı yani der gibi bakarken sen başını çevirip başka şeylerden bahsedersin, çok havalı olur.

filmde bir iki güzel cümle de vardı da uçtu şimdi aklımdan. zaten sıkıcıydı söyliyim. sinemada izlemeyin, yapacak daha iyi bir şey yoksa evde izlenebilir. ha bi de kocakafa javier bardem seven kadınlar için ilgi çekici olabilir. bizim ytong şefi seviyo mesela bu adamı. ama javier'i beklerken dayanamadı uyudu o. (diyorum bayaa bayık film)

bu ara izlediğim, okuduğum bütün aşk hikayelerinde(gerçi bu aşk filmi değildi esasen) neden acaba bütün ısrarcı erkek karakterlerde kendimi buluyorum? evet evet ona soruyorum bunu, terkedene. bütün mırın kırın eden, sevmekten korkan kadın karakterler de ona benziyo. kürk mantolu madonna'yı da aldıydım, ayrıldığımız gündü. o okuyordu o sıra bu romanı ve ilişkimizin akıbetini konuştuğumuz daha önceki bir akşam romandan satırlar söylemişti bana. romandaki maria puder, raif efendiye, korkak erkeklerin sevilmeye değer olmadıklarını söylüyormuş da, benimkini de üzmüş maria puder'in bu sözleri. az bile demiş. ben de ayrıldığımız gün alıp ayrıldıktan sonra okumuştum romanı. ve ne acıklı ki, başlarda maria puder'le özdeşleşirken romanın sonuna doğru bir baktım ki, ohoooo ben bu hikayenin maria puder'i başlayıp raif efendisi oluyordum okudukça. allah sonumu benzetmesin. neyse, bu çarpık özdeşim kurmalarım da benim terkedilenlik hassasiyetlerimdendir deyip geçelim. 

yaa hepsini geç, julia roberts yaşlanmış be. eee, kolay değil bir nesil richard gere'larla julia roberts'lerle, kevin costner'larla büyüdük. onların yaşlanması demek benim yaşlanmam demek. he ben holivud yıldızlarından anlıyorum yaşlandığımı. öyle demiyorum da yani izlerken insanın aklına geliyo koskoca julia roberts bile yaşlanıyosa filan diyosun yani. al pacino mesela. bütün son dönem filmlerinde artık uykudan yeni pörtlemiş gibi bakıyor artık, kimse kusura bakmasın ama yaşlılık al pacino'da afyonu bi türlü patlamayan sabah mahmurluğu ifadesi yaptı bayaa bi. 

bu uyduruk filmin kitabı da amerika'da peynir ekmek gibi satmış. nesi satmış? bir kere daha anladık ki bu amerikalılar ananemin deyişiyle ayı görüyo aya tapıyo güneşi görüyo güneşe tapıyo.

son not: filmde barney stinson'un the naked man'ine gönderme var hahaha.





12.11.2010

çoğunluk


bir yaşam tarzının,hepimizin tanıdığı bildiği bir aile örneğinin belgeseli gibi olmuş bu.
sinema olmamış canım.
her tarafından mertkanlar fışkıran bir ülkede ilgi çekici bir iş olmuş tabi. ama abartılmış biraz lütfen.

7.11.2010

hani marjinal bizdik?

az önce sondan bir önceki sigara molasında arkadaki sigara odasında oturup türk kahvelerimizi içerken oldu. ne olduysa. laf nasıl oldu hatırlamıyorum kılıç kuşanmaya değil de, yok o kadar değil de, normal at binmeye geldi. nerden geldi. istanbul trafiğinden. dün kadıköy'ü kocaman bir film stüdyosuna döndüren yoğun sisten, vapurların çalışmamasından girdik, istanbul'da herkesin arabası olacağına atı olsa filan dendi, nedense daha kolayı motosiklet gelmedi kimsenin aklına. ama normal, haftanın son iş günü, mesainin son saatleri, kafalarda artık değişik çalışıyo. ata binmenin çok güzel bişey olduğu, atların da ne asil hayvanlar olduğu, kimler binmiş kimler hiç binmemiş  filan konuşuluyordu ki, işte tam bu esnada bizim kendi halinde, evli, bir çocuk babası, çok efendi, yıllardır burada çalışan hizmetli abimizden şöyle bir cümle çıktı:

- ben ata çıplak binerim!

hay allah!
tabi attan bahsediyomuş çıplak derken.. o bile kötü de artık yani neyse oldu bi kere.

5.11.2010

meğersem ytonglar'ın şefiyle ev arkadaşıymışım.

inşaat mühendisi ev arkadaşım, bazı akşamlar işten döndüğünde o gün başından geçenleri anlatırken, benim, hayatında hiç şantiye ortamında bulunmamış bir insan evladı olduğumu unutabiliyor. olabilir. insanlık hali. zaten olsun da. böylelikle hiç beklemediği yerlerden sorular gelebiliyor kendisine. çünkü "günün nasıl geçti hayatım?" tarzı tipitoş soruların yanıtları diyebilcaamız mesai hikayelerinin bellekteki ömrü, anlatılma süresi kadar.  nitekim ben hikayeyi bütün iyi niyetime rağmen götünden anladıkça çok güzel oluyor.

dün akşam yine böyle coşkuyla başından geçenleri anlatırken bu sefer tedbiri de elden bırakıp gizli kimliğini ifşa etti. bak ifffşşşa etti diyorum çünkü olay bomba!
anlatıyor işte bu;
şantiye şefi "ytongların üstü örtülsün" diye talimat vermiş de, bizimki de "onlar zaten yağmurlu havada geldiler buraya" demiş dışından. içinden de "ne mantığı var gerizekalı, zaten ıslaklar" diye sokmuş lafı. ...falan böyle anlatıyor, derken ben takıldım oraya. ytonglara. kimdi bunlar? nasıl bir ırktı? üstü örtülsün falan dendiğine göre ufak tefek canlılardı, star wars'taki ewok'lar gibi mi jawa'lar gibi miydiler? inşaat işçisi olarak mı kullanılıyorlardı? emekleri ucuz muydu nispeten? yağmurda kalınca zayıf mı düşüyorlardı?...

(iş arasında yazış. yabancılaşma ve mallık. nerde kaldıydık?)

neyse ben hikayeden her anlamda koptuğum için (dün dinlerken bugün yazarken) ortayı yaptım direk:
- bu ytonglar kimler? sen mi sorumlusun onlardan?

önce cevab veremedi, ben hala soran gözlerle bakıyordum, kızcaazın gününün nasıl geçtiği konusu da piç olmuştu. neden sonra omuz silkti: "evet, türk ytonglarının şefi benim burcu" dedi. bu itirafla önce titreme geldi bana, ezel'deki cengiz gibi "haddi beh! haddi beh!" diyormuşum bilincimi kaybetmeden az önce.   kendime geldiğimde anlatmaya devam etti, anlattıklarıyla iyice sarsıldım diyebilirim. dediğine göre bayrakları bile varmış. sarı siyah. inşaatçı bir ırkmış bunlar. aramızdaki tek fark, bizde kana kırmızı rengi veren madde vişne suyuyken onlarda şeftali suyuymuş. yoksa onlarda normal bizim gibi. 

Google'da ara:  Ytong
haberdeki türk ytong benim ev arkadaşı işte. hiç der misin.

3.11.2010

yalnızlığın hafifletici hali

yalnızlığın iyi gelmesi hikayesi var ya... can sıkıcı ya da yoğun denen türden bişeyler yaşamak durumunda kalırsın, azalarak bitmek üzereyken ya da bitince, dur bi kafamı dinlemem lazım benim biraz dersin. insanlardan uzaklaşırsın, işten eve evden işe bi insan olursun. -olunur yani. filmlerde, romanlarda böyle tipler vardır. başından geçenleri dış ses olarak anlatan adamlardır kadınlardır bunlar. karşıdan bakınca sıkıcıdır sanki hayatları ama onlar memnundurlar ya da nötrdürler. (ve hatta genellikle bu filmin ya da kitabın başıdır...! lan? kendi ürettiğim benzetmeden umutlanasım geldi şimdi. yoksa asıl hikaye yeni mi başlıyo? (yokk ya, bence ben sorunlu filan değilim, kafam hep umutlu çalışıyo bak yalnızlığı anlatmaya çalışırken bile)

ha evet. ben bu tiplere inanamazdım. bu "biraz yalnız kalmam lazım" diyen kasıntı tiplere. insan kederliyse,  derhal insanların arasına karışması gerekirdi. kafayı dağıtmalıydı. bu da ancak insanlarla mümkün olabilirdi. dostlar, arkadaşlar en çok da böyle zamanlar içindi. şimdi acı acı gülüyorum kendime, nekkadar kütkafalı bir insan olduğumu farkediyorum.

hayatımda ilk defa olarak yalnızlık iyi geliyo. arkadaşlar boş bırakmıyorlar,  ya telefonlaşmalar ya buluşmalar... herkesin ezberinde olan genellikle böyle zamanlarda kişinin yalnız bırakılmaması gerektiği çünkü: oyala, dinle, teselli et, güldür, gıdıkla, elle, kikirde, abartma... yani ben de onların yerinde olsam öyle yaparım, ne bileyim bi faydamız olsun filan derim. halbuki iş öyle değil. beni bu durgunluğa, yılgınlığa düşüren hikayeyi genel itibariyle bildiklerinden, ben arkadaşlar yanındayken, yalnızken ki burcu'dan çıkıyorum. o bitmiş hikayenin aşık burcusu geliyo birden. bi mahsun havalar böyle, çekilir değil valla. kalbi kırık, kendine güveni  kırık, aşka inancı bitik tipitoş  bir kadın. yalnızken düşünmediğim kadar düşüncelere dalmalar... konu hakkında konuştuğum da yok. zaten içimden gelmiyo konuşmak, konuştukça sıkıntı ele geliyo çünkü. öte yandan başka şeylerden de bahsedebilir durumdayım rahatlıkla. ama bu sefer de arkadaşlar konu kabızı gibi karşımda. ben de zaten havaya girdiğim için durgunlaşıyorum hepten. moda giriyorum. filan derken basıyolar beni aaabi. aaayhh...

şimdi yalnızken başka. bazen saatlerce aklıma gelmiyo. geliyosa da kısa devre gibi bir iki cızırtı cozurtu ediyo, sonra başka bişeylere atlıyo kafa. demek böyle oluyormuş yalnızlığın iyi gelmesi. yalnızlık iyi geliyor bu ara bana. her şeyin bi şeyi var demek ki.