4.06.2011

enteresan bir haziran

herşey birbirine girdi.
aslında herşey basit, eğlenceli ve kişisel anlamda öğretici olabilirdi.  
ama bendeniz az gelişmiş üçüncü dünya burcusuyum. bu yüzden durum karışık.
bombayı patlatıyorum. bana bomba arkadaşım. haziran bitmeden bir ev kurmak zorundayım!! konu bu.

aynı işyerinde devam etme kararı aldım nihayet o tamam. ama ev... erteledim erteledim ve işte nihayet yüzyüzeyim. erteledim çünkü konuyla ilgili basit bir duygu içindey(d)im: 
iyi de ben daha çocuğum, nasıl bir ev kurarım ki? 
komik ama ifadesi bu.
korku duygusu o kadar baskın ki, kendi evini kurmanın heyecanına geçemiyorum bir türlü. nasıl korkmaz insan, ev kiralarının, doğalgazların, elektriklerin her yıl büyük oranlarda zamlandığı, hal böyleyken ve buna rağmen kazanılan maaşın da artmayıp durduğu yerde küçüldüğü bir ülkede? bizimkiler de hiç kiracı olmadılar. yani öyle maaşın bir kısmı hoop havaya filan, tuhaf işler bunlar.

konuyla ilgili gerileme tepkileri verdiğimin farkındayım ama geriye gidince çocukluktan hatırladığım, evcilik oyununda bile ayrıntılara boğulduğum. 

zevkle başlayıp gerçeğe uydurmaya çalışırken yorulup sıkıldığım, nihayet bıraktığım. evin içinde "burası da benim evimmiş" diyecek bir arazi seçmek başlı başına bir işti. bir kere çevre yolundan(annenin ayak altından) geçmemesine dikkat edicen, bir ihtar iki ihtar valla götünden uydurduğu gibi resmileşen yıkım kararıyla yıkıverirdi evini, söndürürdü ocağını iki dakkada. anneden gidicen imar izni alıcan, mesela burası sit alanı, burda oynama evladım diyebilir. vazosuz, saksısız, biblosuz, fiskossuz, boş arazi bulucan evin içinde. hadi anneden izin çıktı sen buldun uygun bir arazi, arkadaşın da buldu. başlarsın oyuncakları evine taşımaya. tuhaflık yine peşini bırakmaz. hadi tamam kucağındaki bebek, koluna astığın çanta, gizliden giydiğin topuklu anne terliği filan gerçeğe yakın. ama o oyuncak minyatür yatak odası takımları, yemek odası takımları, minyatür mutfak eşyaları. işte ikinci problem, bu ev eşyaları arasında dev olmak. alice sendromu..  bu saçmalık hissinin o zaman adını koyamazsın, sadece eğlenmek için çok uğraştığının farkındasın ve bu işte bi yanlışlık olduğunun. can sıkıcı bir durumdu ama hadi ulan neyse eşyaları da dizip, zaten birbirine misafir gitmekten ibaret olan oyuna başlarsın nihayet. hayali kapını şıngır mıngır açar, arkadaşını evine buyur edersin. hayali fincanların olmayan küçük kulplarından kibarca tutup, fincanlardan havayı içersin. büyüklerden duyduğu ve anladığın kadarıyla başından geçenleri anlatır, etkilendiğin yetişkinleri taklit edersin. bundan sonrası tekrarlardan ibaret.
tekrarlar...
o zamanlar büyüklerden duyup, rolüme gerçeklik katmak için anlamını bilmeden kullandığım "geçim derdi"yle, bundan sonra laftan öte hemhal olucam ben şimdi. geçim derdi hikayesi ev kurmaya girişene kadar da tanıdık birşeydi zaten. ama ev kurmaya kalkışınca daha bi başka bet hikaye. çocukken olduğu gibi ayrıntılarda boğulmayalım da...

tabi eninde sonunda evim için sağa sola koşarken, bir bakıcam korkunun üzerinden atlamış geçmişim çoktan. ve nihayet elimde evimin anahtarı, açıcam kapımı şıngır mıngır atıcam kendimi bir koltuğa. karşı duvara da güzel bir resim koyayım bari, şimdi bilmediğim o gün resme bakarken bu yazıyı yazdığım ânı, yani şimdiyi düşüneyim. henüz hiçbişeyin başlamadığı, sadece düşünüldüğü, tırsıldığı bu ânı.

bir yanıyla gamsız bir yanıyla telaşlı, şu her zamanki ben yani. bu özellikler ev kurmaya engel değil burcu hanım. ha tamam neyse de.  ben yani. ev kuracak ha. gülesim geliyo. ama hani romanlarda geçer ya öyle: çarpık bir gülesim geliyo. gülümsemesi çarpıldı. yüzünde çarpık bir gülümseyiş vardı. gülümsemesi yüzünde dondu.

neyse işin abbas güçlüsü: korkması bir tarafa, insanın kendine ait bir evinin olması, tüm olası zorluklara rağmen iyi ve yaşanılası bir deneyim.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder