16.02.2014

ben seni koşarken de seviyorum hüsniye*

telefonu kapadıktan sonra içine büyük bir taş oturdu. midesi taşın altında kaldı, ciğerleri ezildi. o baskıyla gözlerine yaşlar hücum etti. taşın, kıyısından köşesinden derin nefesler alıp bıraktı. taş kımıldamıyordu.

attı kendini sokağa. iyi ki dışarı çıkacaktı. 
bir arkadaşı bekliyor meydanda. 
iç sesi hiç susmuyor. 
bu aralar koşu yapmaya çıksam iyi olur. koşmak, depresyonu geriletir. dopamin gerek. koşarsan artar. insanın içinde bir taşla yürümesi zor. şimdi koşayım mı meydana kadar. 

elleri cebinde ufak ufak hızlandı. koştukça ciğerinin şiştiğini ve taşı sıkıştırdığını hissediyor. iyi geliyor.
ellerini cebinden çıkardı. daha hızlı koşmaya başladı. ciğeri çatlayacakmış hissi ile. taşı hissetmiyor. küçüldü belki. 

meydana, arkadaşının yanına varınca durdu, eğilip dizlerine dayadı kollarını. keşke daha uzun olsaydı mesafe.
güldü arkadaşı: çok beklemedim ki niye koştun.
doğrulup bir nefeste bıraktı sözcükleri oraya:  kendim için koştum. iyi geldi.



yedi bela hüsnü adlı türk filminden bir kemal sunal repliği

4.01.2014

2.01.2014

Kaspar Hauser

"Etrafındaki şu korkunç çığlığı duymuyor musun?
İnsanların sessizlik dediği çığlığı?.."



insanı düşüncelere salan eski bir avrupa muamması: Kaspar Hauser...

toplumsuz kaspar hauser'ın sadeliği ve toplum içindeki serüveni, filme aynı sadelikle aktarılmış, bu nedenle de çok etkileyici olmuş.
görsel şeysinden, müzik seçiminden kastırmayın beni burda işte, izleyiniz. ama sakin kafayla lütfen.

23.12.2013

danny boodman t. d. lemons 1900

"zamanınızın çoğunu "neden?" diye sorarak boşa harcıyorsunuz. kış gelir ve yazı bekleyemezsiniz. yaz gelir ve kış endişesi ile yaşarsınız. daima yaz olan, ol(a)madığınız bir yerin peşindesiniz hep"
1900

imdb şeysi

Bu filmde cazı ben buldum diyen ükela dümbeleği adama, 1900 ün verdiği ayar, filmlerde verilmiş gelmiş geçmiş en iyi ayarlar listesinin tepesindedir. hiç unutmam, o sahneye varınca, ağzım açık bakakaldıydım. yıllar sonra yine izlediğimde filmde yine o sevdiğim zen kafasının izlerini buldum. 
filmde bir de, "resmin düşmesi", "bir çivi ne zaman vazgeçer bir resmi taşımaktan?" gibi çivi resim benzetmeli çok hoş cümleler de vardı şimdi tam hatırlamıyorum. 

filmin finalindendir, izlemediyseniz okumayın aşşayı:


max:

-benimle gel 1900, büyük patlamayı rıhtımdan izleyelim ve sonra sıfırdan başlayalım, bazen en geriye, başa dönmen gerekebilir 1900; iyi bir öykün ve onu anlatacak bir kimsen oldukça gerçekten işin bitmemiştir, unuttun mu bunu bana sen söylemiştin.
şimdi anlatacak ne çok öykün vardır senin düşünsene.
dünya senin her sözünü can kulağıyla dinleyecek.
müziğine deli olacaklar inan bana, tüm şehir...

1900:

-tüm bu şehir
sonunu göremiyorsun
son, lütfen, lütfen bana onun sonu nerde gösterir misin?
şu geminin iskelesinde her şey gzeldi, ve paltomun içinde ben de muhteşemdim, çok yakışıklıydım, ve harika görünüyordum, ve gemiyi terk etmek konusunda hiç tereddütüm yoktu.
sorun yoktu.
beni durduran gördüklerim değildi max, beni durduran görmediklerimdi.
bunu anlayabiliyor musun?
görmediklerim.
bu koca şehirde sondan başka her şey vardı, ama bir sonu yoktu.
görmediğim şeyse, bütün her şeyin nerde son bulduğuydu.
dünyanın sonu.

piyanoyu ele alalım.
tuşlar başlar.. tuşlar biter..
bilirsin ki onlardan seksensekiz tane vardır, hiçbiri sana farklı bir şey söylemez.
onlar sınırsız değildir.
sınırsız olan sensindir.
ve bu seksensekiz tuş üzerinde yapabildiğin müzik sınırsızdır.
ben bundan hoşlanıyorum.
bununla yaşayabilirim.
beni geminin iskelesine getiriyorsun ve önüme milyonlarca tuşu olan bir piyanoyu itiyorsun.
bu piyanonun tuşları sınırsız.
eğer sınırsız sayıda tuşu varsa o piyanoda çalabileceğin hiçbir müzik yoktur.
bu tanrının piyanosu.
tanrının caddeleri, görmüyor musun, orada binlerce cadde vardı.
nasıl yapıyorsunuz, yalnızca birini nasıl seçiyorsunuz?
bir tek kadın.
bir tek ev.
kendinin diyebileceğin bir toprak parçası ve seyredebileceğin bir tek manzara.
ölmek için bir tek yol.
bütün bu dünya nerede biteceğini bilmeden üstüne yükleniyor.
nerede sona erebileceğini bile bilmiyorsun.
yalnızca bunu düşünerek parçalanacağından hiç korkmadın mı?
onun içinde yaşamanın muazzamlığını...
ben bu gemide doğdum ve dünya benim yanımdan gelip geçti.
ama her seferinde ikibin kişi.
ve burda arzular vardı.
ama asla geminin pruvasıyla kıçı arasına sığdırabileceğinden daha fazlası değil.
mutluluğunu sınırsız olmayan bir piyano çalarak yaşarsın.
ben bu şekilde yaşamayı öğrendim.
kara.. kara benim için fazla büyük bir gemi.
çok güzel bir kadın.
çok uzun bir yolculuk.
çok yoğun bir parfüm.
onun müziğini nasıl yapacağımı bilmiyorum.
bu gemiden ayrılamam ben.
en iyisi yaşamıma burda nokta koymak.
hem ben hiçkimse için var olmadım.
sen bir istisnasın max.
sen burda olduğumu bilen tek kişisin.
sen azınlıksın.
ve buna alışsan iyi edersin.
affet beni dostum.
ama burdan ayrılmıyorum.

18.12.2013

Ağaç Eken Adam Elzeard Bouffier


"kırk sene önce uzun bir yürüyüşe çıktım. turistlerin bilmediği dağ yollarında, alp dağları'nın provence'a uzandığı bölgede dolaştım.

arazinin güney ve güneydoğusu durance nehrinin kolları ile - sisteron ve mirebeau- çevrilidir. kuzeyinde drome nehrinin kaynağından, die'ya kadar uzanan kolu, batısında ise comtat venaissin yaylası ve ventoux dağı'nın tepeleri yer alır. gezi bölgem drome'un güneyindeki kuzey basses alplerinin tamamını ve vaucluse'un küçük bir parçasını da içine alıyordu.

yürüyüşe çıktığım bu terkedilmiş bölge, göz alabildiğine uzanan çorak topraklardan ibaretti. deniz seviyesinden 1200-1300 metre yükseklikteki bu topraklarda sadece yabani lavanta yetişiyordu.

bölgeyi en geniş noktasından geçmeye karar vermiştim. üç günlük yürüyüşten sonra kendimi, ıssız bir yerde buldum. terkedilmiş bir kasabanın iskeletinin yanında kamp kurdum. bir önceki günden beri susuzdum ve hemen su içmem gerekiyordu. arı kovanı gibi dipdibe dikilmiş olan evler çoktan harabeye dönmüştü, ama yine de bir zamanlar yakında bir yerde bir pınar veya kuyu olması gerektiğini düşündüm. gerçekten de bir pınar vardı ama çoktan kurumuştu. rüzgar ve yağmurun yiyip tükettiği, beş altı çatısı uçmuş ev ve yıkık kuleli bir kilise yaşayan kasabalardaki evler ve kiliseler gibi düzenlenmişti. ama yaşam onları terketmişti.

güzel ve güneşli bir haziran günüydü, ama gökyüzüne açık bu çıplak tepelerde, rüzgar acımasızca esiyordu. evlerin yıkıntıları üzerinde uluyan rüzgarın sesi, avını yerken rahatsız edilen vahşi bir hayvanın sesini anımsatıyordu.

yürümeye devam etmeliydim. ama beş saat yürüdükten sonra hala su bulamamıştım; bulacağıma dair bir işaret de yoktu doğrusu. heryerde aynı kurak topraklar, aynı kuru otlar vardı. uzakta dik ve siyah bir şekil görür gibi oldum. yalnız bir ağacın gövdesi olduğunu düşündüm. yine de şansımı deneyip, ona doğru yürümeye koyuldum. bir çobandı. güneşten kavrulan toprakların üzerine yayılmış otuz kadar koyun etrafını çevirmişti. bana matarasından su verdi. kısa bir süre sonra beni bir girintinin içinde gizlenmiş çadırına götürdü. suyun tadı harikaydı. suyunu derin bir doğal kuyudan sağlıyordu, kuyunun üzerine ilkel bir çıkrık yapılmıştı.

çok az konuşuyordu. yalnız yaşayan insanların çoğu az konuşur. ama bu kadar önemsiz bir yerde yaşayan biri için şaşırtıcı derecede kendine güvenli ve kontrollü bir adamdı. bir kulübede değil, taştan yapılmış gerçek bir evde yaşıyordu.

evi nasıl titizlikle onarıp bir harabeden yarattığı belliydi. sağlam bir çatısı vardı ve eve yağmur girmesini engelliyordu. çatının üzerindeki rüzgarın sesi, kumsala vuran denizin sesini anımsatıyordu.

evin içi derli toplu ve temizdi, bulaşıklar yıkanmış, yer süpürülmüş, tabanca temizlenmiş ve yağlanmıştı. ateşin üzerinde çorba pişiyordu. sinek kaydı traşlı olduğunu, bütün düğmelerinin sımsıkı dikili ve giysilerinin yama yerlerini adeta görünmez kılacak bir özenle onarıldığını farkettim.

çorbasını paylaşmamı teklif etti ve daha sonra tütün torbamı uzattığımda, sigara içmediğini söyledi. kendisi gibi sessiz olan köpeği ise yaltaklanmadan dostça davranıyordu.

başından beri geceyi orada geçireceğim belliydi. en yakın kasaba bir buçuk gün mesafedeydi, ayrıca buradaki kasabaların nasıl olduğunu da biliyordum. dünyanın bu bölgesinde farklı kasabalara rastlamazdınız. araba yollarının bittiği yerlerde, meşelikler arasında gömülü dört beş kasaba vardı.

kasabalarda odun kömürü üreticileri yaşardı. bu kasabalarda yaşam zordur. yaz kış sert bir iklimde, itiş tıkış yaşayan ailelerde çatışan benlikler içten içe kaynar. kaçma arzusu o kadar umutsuz ve o kadar güçlüdür ki, hırslar vahşi boyutlara ulaşır.

erkekler odun kömürü ile yüklü arabalarını köylerden kasabaya götürür, getirir. en sağlam karakter bile sürekli baskı altında parçalanır.

kadınlar evde oturur ve kinlerini büyütür. herşey anlaşmazlık ve rekabet konusudur. odun kömürü satışından kilisede hangi sırada oturulacağına, birbiriyle yarışan kötülüklerden, erdem ve kötülüğün her tür karışımına kadar her şey kavga sebebidir. bütün bunların üstüne, durup durmaksızın esen rüzgar sinir bozar. buralarda intihar salgınları ve genellikle cinayetle sonuçlanan delilik nöbetleri yaygındır.

sigara içmeyen çoban gidip küçük bir torba aldı. torbadan çıkardığı meşe palamutlarını masanın üzerine boşalttı. onları teker teker inceleyip, iyi palamutları seçmeye başladı. pipomu içtim ve yardım etmeyi teklif ettim. bunun kendi işi olduğunu söyledi. ne kadar dikkatli çalıştığını görünce ısrar etmedim. bütün konuşmamız bundan ibaretti. yeterli miktarda iyi palamut seçtikten sonra, palamutları onlu gruplara ayırmaya başladı.

palamutları dikkatle inceleyip, küçük veya hafifçe çatlamış palamutları atmaya başladı.yüz tane mükemmel palamut seçtikten sonra işini bıraktı ve yatmaya gittik.

onunla olmak bana huzur veriyordu. ertesi sabah bütün gün evinde kalıp, dinlenip dinlenemeyeceğimi sordum. bu talebimi çok doğal karşıladı, ya da bana hiç bir şeyin onu rahatsız edemeyeceği hissini verdi. dinlenmem gerekmiyordu ama ilgimi çekmişti ve onun hakkında daha çok şey bilmek istiyordum. sürüsünü ağıldan çıkardı ve dikkatle seçip saydığı palamutları koyduğu torbayı aldı, bir kova suya soktu, çıkardı.

değnek olarak başparmak kalınlığında ve bir buçuk metre uzunluğunda çelik bir çubuk taşıdığını fark ettim. çobanınkine paralel bir yol izleyip, keyif yapan biri gibi yürümeye başladım. koyunlarını mağara yakınlarına götürdü, köpeğinin bekçiliğinde otlamaya bıraktı.

daha sonra durduğum yere geldi. benim bulunduğum tarafa gidiyordu ve yapacak daha iyi bir işim yoksa beni de kendisiyle birlikte gitmeye davet etti.

gitmek istediği yere ulaştığı zaman, değneğiyle çukurlar açmaya, çukurların içine bir palamut yerleştirip, çukurları kapatmaya başladı. meşe palamutları ekiyordu. arazinin kendisinin olup olmadığını sordum. değil dedi. sahibinin kim olduğunu biliyor muydu? hayır, bilmiyordu.

ortak arazi olduğunu veya ilgisiz insanların toprağı olduğunu düşünüyordu. sahiplerinin kim olduğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. büyük bir özenle yüz meşe palamutunu ekti.

öğle yemeğinden sonra, yeniden palamut seçmeye başladı. bütün sorularıma cevap verdiğine göre ısrarla soru sormuş olmalıyım. buraya tam üç senedir ağaç ekiyordu.

tam yüzbin palamut ekmişti. bunlardan yirmi bin tanesi fidan vermişti. yirmi bin fidanın yarısını da kemirgenler ve tanrı'nın bilinmez planları yüzünden kaybedeceğini tahmin ediyordu. bu bile, daha önce hiç bir şeyin olmadığı yerde on bin meşe ağacının yetişeceği anlamına geliyordu.

o an, kaç yaşında olduğunu merak ettim. ellinin üzerinde olduğu belliydi. elli beş dedi. adı elzeard bouffier'di. bir zamanlar ovada bir çiftliği varmış, bütün hayatını o çiftlikte geçirmiş.

ama tek çocuğu olan oğlunu sonra da karısını kaybetmiş. daha sonra yalnız kalmak için buralara gelmiş, koyunları ve köpeği ile telaştan uzak yaşayabilmek için. ülkenin bu bölümünün ağaçsızlıktan öldüğünü farketmiş, yapacak başka bir şeyi olmadığı için de işleri yoluna koymaya karar vermiş.

yalnız bir yaşam sürdüğüm için benim gibilerle ilişki kurmayı ve hassas oldukları konularda dikkatli davranmayı biliyordum. ama onunla ilgili tek bir hata yaptım. çok genç olduğum için doğal olarak geleceği kendimle bağlantılı olarak düşünüyordum ve herkesin aynı mutluluğun peşinde olduğunu varsayıyordum. on bin meşe ağacının otuz yıl içinde ne kadar muhteşem gözükeceği yorumunu yaptım. bana basit bir yanıt verdi; tanrı ona o kadar ömür verirse, bu otuz yıl içinde bir sürü ağaç dikeceğini ve on bin ağacın okyanusda sadece bir damla olacağını söyledi.

kayın ağaçlarının üreme yöntemlerini incelemeye başlamıştı ve evinin yakınlarında küçük bir fidanlık kurmuştu. fidanları koyunlarından korumak için çitle çevirmişti, daha şimdiden fidanlar türlerinin en iyi örnekleri arasındaydı. yeterli derecede nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelerde ise huş ağacı dikmeyi düşünüyordu.

ertesi sabah ayrıldık.

bir sonraki yıl, 1914 savaşı başladı. beş yıl orduda kaldım. bir piyade olarak ağaçları düşünecek pek vaktim olmuyordu. doğruyu söylemek gerekirse, gördüklerimden pek fazla etkilenmemiştim.

meşeleri, pul biriktirmek gibi bir hobi olarak görüyordum. kısa bir süre sonra unuttum.

birinci dünya savaşı bittiğinde, cebimde terhis edildiğimde verilen biraz para ve içimde temiz hava için derin bir arzu vardı. biraz temiz hava almaktan başka bir amacım olmadan tekrar o çorak topraklara doğru yürüyüşe koyuldum.

bölge çok fazla değişmemişti. ama ölü kasabayı geçtikten sonra uzakta tepeleri bir halı gibi kaplayan gri bir sis gördüm.

son beş senede o kadar çok insanın öldüğünü görmüştüm ki, elzeard bouffier'in de öldüğünü kolayca hayal edebiliyordum. yirmi yaşındakilere, elli yaşındaki insanlar bir ayağı çukurda gibi gözükür. ama ölmemişti. tam aksine, çok dinç ve sağlıklı gözüküyordu. bambaşka bir meslek edinmişti. sadece dört koyunu kalmıştı, ama yüze yakın kovanı vardı. ağaçları için bir tehdit oluşturduklarından koyunlarını dağıtmış, arıcılığa başlamıştı. kendisinin söylediği ve benim de gözlemlediğim gibi savaş hayatında bir değişiklik yaratmamış, eskisi gibi durmaksızın ağaç dikmeye devam etmişti.

1910 yılının meşeleri on yaşına gelmişti, boyları bizimkinden uzundu. etkileyici bir görüntü oluşturuyorlardı.

adeta dilim tutulmuştu, onun da sesi çıkmıyordu. bütün bir günü sessizce ormanda yürüyerek geçirdik. orman üç bölümden oluşuyordu. en geniş noktası 11 km uzunluğundaydı. bütün bunların, aletleri olmayan tek bir kişinin ellerinden ve ruhundan çıktığını anımsayınca, insanın tahrip etme dışında diğer alanlarda da tanrı kadar etkili olabileceğini görüyordunuz.

omuzuma kadar gelen ve göz alabildiğince uzanan kayın ağaçlarını görünce, planlarını uyguladığını anladım. meşeler kalın ve yoğun bir orman oluşturuyordu ve kemirgenlerin insafına kalacak yaşı çoktan geçmişlerdi. tanrı ve yok etme gücüne gelince, çobanın yarattığı ormanı mahvetmek için artık bir kasırga gerekliydi. benim verdun'da savaştığım 1915 yılında ekilmiş huş ormanlarını gösterdi. huş fidanlarını toprak yüzeyinin altında yeterince nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelere dikmişti. gençler gibi taze ve narindiler ve yaşam arzusuyla doluydular.

bu eser bir tür zincirleme reaksiyon yaratmış gibiydi; ama elzeard bouffier bu konuda kafa yormuyordu.

her zamanki gibi basit ve doğal olan görevini inatla yerine getirmeye devam ediyordu. ama kasabadan geçerken, bildik bileli kuru olan derelerin tekrar suyla dolduğunu görmüştüm. aslında bu gördüğüm en etkileyici zincirleme reaksiyondu. bu derelerin aktığı en son zaman, antik çağlardı.

hikayemin başında sözünü ettiğim ıssız kasabaların bazıları, eski gal-roman kasabalarının yerine kurulmuştu ve eski yerleşim yerlerinin izlerine hala rastlamak mümkündü. arkeologlar yirminci yüzyılda sarnıçların tek su kaynağı olduğu bu kasabalarda balık oltaları bulmuşlardı.

rüzgar da tohumları taşıyordu. suyun geri gelmesiyle birlikte salkım söğütler, su kamışları, çayırlar, bahçeler, çiçekler ve yaşama nedenleri de geri dönmüştü.

ama değişim o kadar yavaşça gerçekleşmişti ki, insanlar değişime alışmış ve doğal kabul etmeye başlamışlardı. tavşanların ve yaban domuzlarının peşinden ıssız bölgelere giden avcılar genç fidanları görmüş, ama bunları doğanın sevimli kaprislerinden biri olarak değerlendirmişlerdi. bu nedenle, kimse çobanın yaptıklarına müdahele etmemişti. ne yaptığının farkına varsalardı, onu durdurmaya çalışırlardı. ama hiç kimse şüphelenmemişti. kasabalarda veya devlet dairelerinde kim bu kadar kararlılık ve muhteşem cömertlik hayal edebilir ki?

1920 yılı ve sonrasında elzeard bouffier'i her yıl ziyaret ettim.onu hiç şüphe içinde veya zayıf görmedim. tanrı, endişelenmesi için ne kadar neden verdiğini biliyor! karşılaştığı hayal kırıklıkları ve engellerin hesabını tutmadım. bu kadar büyük bir başarının sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı, bu tür bir tutku umutsuzluğa karşı verilen mücadeleler olmadan kazanılamazdı. bir seneyi onbinin üzerinde meşe dikerek geçirdi.

bütün meşeler öldüler. ertesi sene meşelerden vazgeçip, kayınlara döndü. kayınlar meşelerden de büyük bir sükutu hayale yol açtılar.

bütün başardıklarını tam bir yalnızlık içinde gerçekleştirdiği anımsanırsa, ne kadar müstesna bir kişiliği olduğu çok daha iyi takdir edilebilir.

yaşamının son yıllarında o kadar insanlardan uzaklaşmıştı ki, konuşma alışkanlığını yitirmişti. veya konuşma gereğini hissetmiyordu.

1933 yılında gördüklerine şaşıran bir orman koruma memuru kendisini ziyaret edip, "doğal" ormanı tehlikeye sokmaması için dışarıda ateş yakmaması gerektiğini söyledi.

bu basit çoban cevap verip, ilk defa kendi kendine yetişen bir orman gördüğünü söyledi. bu dönemde yaşadığı yerden oniki kilometre uzaklıkta bir bölgeye kayın ağaçları dikiyordu. artık yetmişbeş yaşında olduğu için, her gece eve dönmekten kurtulmak için genç ağaçlar arasında kendisine taş bir kulübe inşa etmeye karar vermişti. ertesi sene de kulübeyi inşa etti.

1935 yılında "doğal ormanı" incelemek için resmi bir heyet geldi.

ziyaretçiler arasında ormancılık komisyonu'ndan üst düzey bir yetkili, bir milletvekili ve bir çok teknik eleman vardı. bol bol boş konuşmalar yapıldı. bir şey yapılmasına karar verildi, ama allah'tan tek bir faydalı önlem dışında hiç bir şey yapılmadı. ormanlar devlet koruması altına alındı ve odun kömürü imalatı yasaklandı. bu sağlıklı ve genç ağaçların güzelliğinin etkisinde kalmamak mümkün değildi. milletvekili bile büyülenmişti.

onu heyetin teftiş yaptığı yerden yirmi kilometre uzakta deli gibi çalışırken bulduk. orman koruma memuru boşuna arkadaşım olmamıştı, herşeyin yerini ve anlamını bilirdi ve boşuna konuşmazdı. ona hediye olarak getirdiğim bir kaç yumurtayı verdim, sonra da tayınımızı üçe böldük. yemek yerken ve yedikten bir süre sonra sessizce etrafı seyrettik. geldiğimiz yön altı yedi metrelik ağaçlarla kaplıydı. arazinin 1913 yılında nasıl göründüğünü anımsadım: boş ve vahşi bir doğa parçası.

huzur dolu ve düzenli çalışma, tutumlu bir yaşam biçimi, dağların havasını teneffüs etmek, ve hepsinden önemlisi iç huzuru yaşlı adamın olağanüstü sağlıklı olmasını sağlamıştı. tanrının sporcularından biriydi. daha kaç dönüm toprağı ağaçlarla kaplayacağını düşündüm. ayrılmadan önce arkadaşım basit ve kısa bir ifadeyle, bu bölgeye uygun olabilecek bazı ağaç türlerinden söz etti, ancak ısrarcı davranmadı. "bu konuda benden çok daha fazla bilgili" dedi. yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra da, "aslında dünyanın en bilge adamı. mutluluk için harika bir reçete bulmuş" dedi.

arkadaşım sayesinde sadece orman değil, kahramanımızın mutluluğu da koruma altına alınmıştı. orman bölgesine üç orman koruma memuru atanmış ve öyle bir gözleri korkutulmuştu ki, kereste tüccarlarının kendilerine önerebilecekleri rüşvetlere karşı kayıtsız kalabiliyorlardı.

ağaç diken adamın eseri 1939 savaşına kadar gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya değildi. bu günlerde otomobiller odunu gaza çeviren makinelerle çalışıyordu ve asla yeterli miktarda odun bulunamıyordu. insanlar 1910 yılında dikilen meşeleri kesmeye başlamışlardı, ama ağaçlar ana yollardan o kadar uzaktı ki, işletme masraflarını bile çıkarmadığından projeden vazgeçildi. çobanın olanlardan haberi bile olmadı. otuz kilometre uzakta işini yapıyor ve 1914 savaşını görmezden geldiği gibi 1939 savaşını da görmezden geliyordu.

heyette yer alan üst düzey orman mühendislerinden biri arkadaşımdı. doğal ormanın sırrını ona açıkladım, ertesi hafta onunla birlikte elzeard bouffier'i ziyarete gittik.

elzeard bouffier'i en son 1945 haziranında gördüm. seksenyedi yaşındaydı. bölgeye doğru o bildiğim yoldan ilerledim, savaş yüzünden herşeyin bakımsız kalmasına karşın durance vadisi ile dağlar arasında otobüs seferleri başlamıştı. araziden oldukça hızlı geçtiğim için, yürüyerek geçtiğim yerleri tanıyamadığımı düşündüm. geçtiğimiz bazı köylerin yeni yerleşim birimleri olduklarını sandım. köylerin isimlerini duyunca bir zamanlar harabeye dönmüş ve terkedilmiş olan kasabalara geri geldiğimi anlayabildim. vergons'ta otobüsten indim.

yılında on bir hanelik bu köyde sadece üç kişi yaşıyordu. bunlar birbirilerinden nefret eden, kaba ve toplumdan uzak üç kişiydi. tuzak kurarak geçimlerini sağlıyor, maddi ve manevi açıdan adeta tarih öncesi koşullarda yaşıyorlardı.

etraflarındaki boş evleri ısırgan otları kaplamıştı. umutsuz bir yaşam sürüyorlardı, ölümden başka hiç bir beklentileri yoktu. bu durumun erdemli bir yaşama yol açtığı da söylenemez.

ama herşey değişmişti, hava bile. daha önce gördüğüm kuru ve sert esintilerin yerini, hafif ve hoş kokulu bir meltem almıştı. yükseklerde su sesi gibi bir ses duyuluyordu, bu ses ormandaki rüzgarın sesiydi. en şaşırtıcı olan da bir gölete doğru akan suyun sesiydi. kasaba halkının bir çeşme inşa ettiğini gördüm: çeşmeden gürül gürül su akıyordu, içime en çok dokunan şey de çeşmenin başına yaklaşık dört yaşında bir limon ağacı dikilmiş olmasıydı.

daha şimdiden sağlam bir ağaçtı bu ve yaşama dönüşün tartışılmaz simgesiydi.

vergons sadece umutla girişilebilecek başka işlerin de işaretlerini taşıyordu. umut geri dönmüştü.

harabeler derlenip toparlanmış, yıkılmakta olan duvarlar yıkılmış, beş eski ev yeniden inşa edilmişti. köyde tam yirmisekiz kişi yaşıyordu ve bunların sekizi yeni evli çiftlerdi. yeni boyanmış evler sebze ve çiçek yetiştirilen küçük bahçelerle çevrilmişti, bahçede lahanalar gül fidanlarına, pırasalar aslanağzına, kereviz unutmabeni çiçeklerine karışıyordu. köy insanın yaşamak isteyeceği bir yer haline gelmişti.

yürümeye devam ettim. savaş yeni sona ermişti, yaşama koşulları hala sınırlıydı, ama lazarus mezarından çıkmıştı. dağın alçak yamaçlarında arpa ve çavdar yetiştirilen küçük tarlaları, derin vadilerin içinde otlakların yeşil örtüsünü görebiliyordum.

arada geçen sekiz yıl içinde bütün bölge sağlığına ve refaha kavuşmuştu. 1913 yılında sadece harabeler gördüğüm yerlerde temiz, alçıyla sıvanmış çiftlik binaları vardı. çiftlikler mutlu ve rahat bir yaşamın işaretlerini gösteriyordu. ormanın getirdiği yağmur ve kar suyuyla beslenen eski kaynaklar tekrar gürül gürül akmaya başlamıştı, pınarlardan gelen sular özenle sulama kanallarına aktarılmıştı. meşe koruları ortasında yer alan çiftliklerde, çeşmenin suları taşıp nanenin kilim gibi örttüğü toprağa akıyordu. kasabalar yavaş yavaş tekrar inşa edilmişti. toprağın pahalı olduğu ovalardan gelen insanlar buraya gelip yerleşmiş, beraberlerinde gençlik, hareket ve macera ruhunu da geri getirmişlerdi. patika ve yollarda iyi beslenmiş kadın ve erkeklere, gülmesini bilen delikanlı ve gençkızlara rastlıyordunuz; eski kırsal bölge eğlenceleri ve sporları yeniden keşfedilmişti.

yaşamları kolaylaştığından beri tanınmaz hale gelen bölgenin eski nüfusunu ve yeni gelenleri de sayarsak, on binden fazla kişi mutluluklarını elzeard bouffier'e borçluydu.

fiziksel ve manevi kaynaklarından başka bir şeyi olmayan tek bir adamın bu çölü cennete çevirdiğini düşününce, her şeye rağmen insan olmanın hayran olunacak bir şey olduğunu hissediyorum. bu sonuçlara ulaşmak için gereken tutarlılık, ruh büyüklüğü, azim ve cömertliği hesaplayınca, hiç bir yardım almadan allah'a layık bir işi başarıyla tamamlayan o yaşlı, eğitimsiz köylüye büyük bir saygı duyuyorum.

elzeard bouffier 1947 yılında banon'da bir yaşlılar evinde huzur içinde öldü."

12.12.2013

ILHA das FLORES / Çiçekler Adası

Açılış: "bu bir kurgu ürünü değildir.
çiçekler adası gerçekte vardır.
tanrı yoktur."





Belgeseldeki dış sesin özetidir: 

Bay Suzuki, bir Japon. Brezilya’nın Porto Alegre eyaletindeki bir bahçede domates topluyor. Domates: insanların çeşitli biçimlerde yemek suretiyle tükettiği bir sebze. İnsan: Komplike zekaları, duyguları ve oynak eklemleriyle diğerlerinden ayrılan bir memeli türü. Japon: Beyaz tenli, çekik gözlü, düz saçlı bir insan türü. Bay Suzuki domatesleri yemek için toplamıyor, bir markete götürülüp diğer insanlara para karşılığı satılması için topluyor. Para: Modern insanın maddeyi değiş tokuş etmesini kolaylaştıran bir araç. Bayan Anete evleri dolaşıp şişelenmiş parfümleri parayla değiş tokuş ediyor. Parfüm: Belli çiçek ve bitki özlerinden üretilen, hoş koku veren bir modern dünya yaratımı. Bayan Anete parfümü bitki özlerinden üretmiyor. Para karşılığı laboratuarlarda üretilmiş, fabrikalarda şişelenmiş parfümleri alıyor ve ev ev gezerek bu parfümleri satın aldığı paradan daha yüksek bir fiyata satıp kar ediyor ve markete gidip Bay Suzuki’nin yetiştirip para karşılığı sattığı domatesleri ailesine yemek pişirmek için satın alabiliyor. Kar: maddenin parayla değiş tokuşu sırasında cepte kalan artı değer. Katoliklerde kar günah sayılırdı, artık herkes kar etmek için yaşadığından günah sayılmıyor. Bayan Anete ailesi için yemek pişirirken çürük olan domatesleri çöpe atıyor. Ailesini çürümüş ve yeterince iyi olmayan besinlerle beslemek istemiyor. Çöp: Birikince kendi kendini yok edemeyen, kötü koku, bakteri ve hastalık saçan artık yiyecek, ambalaj, paket. Bir milyondan fazla insanın yaşadığı Porto Alegre’de günde 500 ton çöp çıkmakta ve her evden çıkan çöpün ortada kalıp kötü koku ve hastalık yaymasını kimse istemez. Bu yüzden çöpler rahatça kötü kokabilecekleri, bakteri ve hastalık saçabilecekleri uzak yerlere, mesela Porto Alegre’de Çiçekler Adasına gönderiliyor. Ada: Etrafı su ile sarılı kara parçası. Çiçek: Genellikle renkli ve kokulu olan, bitkilerin üreme organı. Bayan Anete’in karşılığında para kazanıp Bay Suzuki’nin yetiştirdiği domatesleri marketten almak için sattığı parfümler çiçek özlerinden üretilir. Çiçekler adasında çok az çiçek ama çok fazla çöp vardır. Tıpkı Bayan Anate’in ailesine yemek pişirmek için kullanmadığı çürük domates gibi. Bu domates Bayan Anete’in ailesini beslemek için çok iyi olmasa da bir domuzu beslemek için harikadır. Domuz: bir memeli; insandan farklı olarak gelişmiş bir zekası ve oynak eklemleri yoktur. Bu yüzden Çiçekler Adası’ndaki domuzların bir sahibi var. Kıvrak zekalı ve oynak eklemli bir insan. Bu sahip domuzları beslemek için para karşılığında, adadan bir arazi satın alır. Arazi: Etrafı çitlerle çevirili, dışarıdan kimselerin izinsiz giremediği özel mülk. Kendisi için çalışan işçiler, domuzları beslemek için adaya getirilmiş organik atıkları bu arazide toplar. Domuzların yiyemediği diğer atıklar ise adadaki diğer insanları beslemek için kullanılır. Böylece Bay Suzuki’nin Porto Alegre’de toplayıp para karşılığında markete gönderdiği domates, marketin karı için Bayan Anete tarafından, çiçek özlerinden üretilmiş parfümleri satarak kazandığı parayla, satın alınıyor ve ailesi için pişirdiği yemekte çürük olduğu için kullanılmadığından diğer çöplerle birlikte Çiçekler Adası’na gönderiliyor; kıvrak zekalı ve oynak eklemli sahibi olan bir domuz tarafından yeniyor. Adanın diğer sakinleri ise kalan çöplerle beslenmek zorunda kalıyor. 

Yönetmen: Jorge Furtado,1989 

 Kapanış: "Özgürlük, insanların düşlerini canlı tutan bir sözcüktür. 
 Ne ifade ettiğini kimse açıklayamaz ama herkes anlar."

29.11.2013

Wally'nin elektrikli battaniyesi

bu filmin farkına varmadan da bir gün ölüp gidebileceğimi düşündükçe tüylerim ürperiyor. 

My dinner with Andre, 1981 yapımı, tek mekanda iki kişinin sohbetinden ibaret bir film. takip etmesi zor ama dağılmazsanız filmin size vereceği düşünceler çok. Filmin ilk yarısı izleyiciyi zorlayabilir, ama ilk yarıyı dikkatle dinleyip atlatanlar şüphesiz ki muradlarına ereceklerdir. 

wally, senin benim gibi batı medeniyetinden nasibini fazlasıyla almış, başka bir yaşam biçimi aramamış, ilgilenmemiş kendi halinde bir adam; 
Andre ise batılı dünya görüş ve yaşayışına alternatifler arayıp bulmuş, en azından başka türlü bir bakışı anlamadan reddetmemiş bir adam. 

eğer uzun zamandır bir dostunuzla bir araya gelip kaydadeğer bir sohbet yapamamaktan yakınıyorsanız, bakın bu filmde en azından yapılmışı var :) 

film afişinden sonraki kısım filmdeki diyaloglardan dayanamayıp yaptığım alıntılardır, film zaten diyalogdan ibaret olduğu için okursanız izlemiş kadar olursunuz, yapmayın. 


A: Belki de Wally, neler olup bittiğini bilememe sebeplerimizden birisi de, rol yapmaya kadar dalmamızdır.Grotowski'nin tiyatroyu bırakmanedenlerinden birisi buydu.İnsanların yaşamlarında o kadarmükemmel rol yaptıklarını düşünmüş ki......tiyatroda rolyapmayı gereksiz......ve iğrenç bulmuş.Sence de bir doktorun......beklentimize uygun görünmeyeçalışması şaşırtıcı değil mi?TV'de bir terörist gördüğündetıpkı bir teröriste benzer.Öyle bir dünyadayız ki,babalar......veya bekârlarveya sanatçılar......hepsi birilerininhayallerindeki baba, bekâr......veya sanatçı, görünüş ve davranışlarınaulaşmaya çabalıyorlar.Hepsi, her an nasıl davranmalarıgerektiğini biliyormuş......gibi davranıyorlar......ve hepsi de kendisindenemin görünüyor.Tabii özel olarak insanlarkendilerine karşı karışıklardır.Yaşamlarında neyapmaları gerektiğini bilmezler.- Kendine yardım etme kitapları okurlar.Bu kitaplar o kadar dokunaklıdırlar ki,başkalarının nasıl......olduklarını öğrenme konusundane kadar ümitsizce meraklı......olduğumuzu gösterirler......her ne kadar süreklibu rolleri oynasak da......kendi gerçekliğimizi,devamlı başkalarından saklarız.O kadar komik bir cehaletiniçinde yaşıyoruz ki.
eğer alışkanlıklarla yaşıyorsan......esasında yaşamıyorsundur.Eğer sırf alışkanlıklardan yemek yiyorsanyemeğin tadına bakmazsın......ve başına gelenlerin nelerolduğuna dair bir fikrin yoktur.Yine bir hayal âlemine dalarsın.
W: Peki şu olabilir mi, bu hayal âleminde yaşıyoruz......çünkü gün içerisinde bizi etkileyeno kadar çok iş yapıyoruz ki......bir şekilde bunun bilincinde olamıyoruz?Geçtiğimiz Noel'de...Debby ve bana elektriklibattaniye vermişlerdi.Eski hayatımızın yanındao kadar olağanüstü bir......ilerlemeydi ki bu,bizim için muhteşemdi.Elektrikli battaniyen olmamasındanoldukça farklı bir durumdu bu......ben de bazen düşünüyorum,bana olan etkisi nedir?Bazen öyle hissediyorum ki...Eskisi gibi uyumuyorum.
A:Hayır, değildir.
W: Ve... Rüyalarım da biraz değişti......sabahları kalktığımdabiraz farklı hissediyorum.
A: Elektrikli battaniyeyi hayatta kullanamam.Öncelikle, elektrik çarpacağından korkarım.Hayır, teknolojiye güvenmiyorum.Ama esas olarak da Wally,bence böylesine bir konfor......seni gerçekliktenkopartıp ayırır.- Yani, eğer bir elektrikli battaniyen yoksa......evin soğuduğu ve üzerine bir battaniyealma ihtiyacı hissettiğin......zaman veya dolaba gidip evindekibattaniyelerin yığınını örttüğünde......soğuk olduğunu anlarsın.Bu, 'şeyler' arasında bir bağıntı kurar.Başkaları için merhamet duy...Peki yanındaki kişi üşüyor mu?Bu dünyada başkaüşüyen insanlar var mıdır?Ne soğuk bir gece!Soğuğu seviyorum.Tanrım, hiç fark etmemişim.Battaniye istemiyorum. Üşümek güzel bir şey.Hatta soğuk olduğu için sanadaha fazla bile sokulabilirim.Senin tarafından hatırlanan şeyler.Elektrikli battaniyeyi açıyorsun,sakinleştirici gibi oluyor......veya televizyon izleyereklobotomi yaptırmak gibi.Sanırım yine hayallerâlemine girdin.Mevsimler, kış, soğuk gibimuazzam çevre şartlarının bize......hiç bir etkisinin olmadığıbir ortamda yaşamak, sence......bize ne yapıyor Wally?Nihayetinde hepimiz hayvanız.Bu ne anlama geliyor şimdi?Bence şu anlama geliyor,güneşin, ayın, gökyüzünün......ve yıldızlarınaltında yaşamaktansa......kendi kurduğumuz hayalibir dünyada yaşıyoruz.

W: Evet ama elektrikli battaniyemdenasla vazgeçmezdim André.Çünkü New York kışınçok soğuk olur.Evimiz soğuk oluyor.Çevre şartlarımız zorlu.Demek istediğim hayatımızolabildiğince çetin.Hayatımıza rahat ve huzur katan birkaçşeyi de yok etmenin yollarını aramıyorum.Hatta bilakis daha fazlarahatlığın peşindeyim......zira dünya yeterinceyıpratıcı zaten.Kendimi korumaya çalışıyorum......çünkü etrafında nereye baksan kaçınman gereken bu yıpratıcı etkenleri görüyorsun.
A: Ama Wally, bunun... rahatlığıntehlikeli olduğunu göremiyor musun?Tamam, rahat olmayı seviyorsun,rahat olmayı ben de seviyorum......ama rahatlık seni tehlikelibir sükûnete götürebilir.Annemin tanıdığı birhanım vardı, Bayan Hatfield......dünyadaki en zenginkadınlardan birisiydi......ve zafiyetten kırılıyordu çünküsadece tavuk yiyebiliyordu.Tavuk seviyordu Wally,ve sadece bunu yiyordu.Ve esasında vücudu aç kalıyorduama bunu fark etmiyordu......çünkü tavuk yerken gayet mutluyduve nihayetinde öldü.Gerçekten şu an hepimizin BayanHatfield gibi olduğuna inanıyorum.Elektrikli battaniyelerimiz ve tavuğumuzlagüzel, rahat zamanlar geçiriyoruz......ama bu arada da açlık çekiyoruz çünkügerçeklilikle bağımız o kadar kesilmiş ki......kendimize gerçek yiyecek bir şeyler bulamıyoruzçünkü dünyayı görmüyoruz.Kendimizi görmüyoruz.Hareketlerimizin başkalarınınasıl etkilediğini fark etmiyoruz.
W: Tanrım, başka insanlara karşıolan tutumumuzdan bahsettiğinde......kendimi düzgün......iyi bir insanmışımgibi düşündüm, bilirsin......işte makul bir şekilde,günlük karşılaştığım...çoğu insana arkadaşçadavrandığımdan dolayı.Ben, gerçektenkendini beğenmiş biriyim.Şu güne değin dünyamıniçeriğine baktığım zaman......tamamen iyi bir insanolduğumu düşünüyorum......arkadaşlarım dediğimküçük bir insan topluluğu......ve bu küçük dünyamızda, hobimizolan tiyatro filan gibi şeyler yüzünden......tanıdığımız az miktarda kişi.Gerçekten kendi halinden memnun biriyim.Kendimle oldukça mutluyum.Kendimden bir şikâyetim yok.Yani bununla yüzleşelim.Dışarıda kocaman bir dünya var ve benbunun hakkında asla düşünmüyorum.Bu dünyada nasıl yaşadığım konusundakesinlikle sorumluluk almıyorum.Yani eğer, Afrika'nın herhangi biryerinde açlık çeken bir insanla......bir nevi aynı sahneyi paylaştığımın......gerçekliği ile yüzleşmişolsaydım, kendim......hakkımda bu kadar daiyi hissetmezdim.Ben de doğal olarak tüm bu insanlarıkendi algımdan kaldırdım.Tabii ki gerçek dünyanınkoca bir kesimini......görmezden geliyorum.Ama açıkçası, bilirsin...Bir oyun yazdığımda, bir nevi, zannedersemyapmaya çalıştığım şeylerden bir tanesi......kendime bir parça gerçeklikseçiyorum ve bunu seyirci......ile paylaşmaya çabalıyorum.Yani... Yani günümüzdetiyatronun......berbat halde olduğunuhepimiz biliyoruz.Yani... En azından bundan bir kaç yıl öncetiyatroyu önemseyen kişiler......"Tiyatro öldü"filan derlerdi.Artık insanlar tiyatroyu önemsizbir biçimde tanımlıyor......ve bu... Tanrım......Tiyatro ile ilişiği olan ve artık böyleşeyler seyreden insanlar tanıyorum...Yani bir kaç yıl önce,aynı bu adamlar......bu oyunlardan bazılarınıgörseler dahi utanırlardı.Yani, eskiden böyle şeylerinyüzeyselliği nedeniyle......dehşete düşerlerdi,keyifleri kaçardı.Ama artık, "Ne kadarda güzelmiş" diyorlar.İnanılmaz bir şey.Bu tavrı ciddendayanılmaz buluyorum çünkü......tiyatronun gerçekten önemlibir şeyler yapabileceğine inanıyorum.Tiyatronun, insanların gerçeklikle buluşmasınayardım edebileceğini düşünüyorum.Şimdi sen bunu böyle hissetmiyor olabilirsin.Bunu saçmalık olarak görebilirsin.
A: Evet ama Wally,ikilemi görmüyor musun?İçinde bulunduğumuz dönemihesaba katmıyorsun.Yani tabii ki tiyatro bunu yapmalı.Her zaman bunu hissettim.  Bir şekilde, heyecanın senibunaltmadığı ama aynı zamanda......insanların çokeğlendirici ve heyecanlı......gözlem yapabildiği bir tiyatroya yapılabildi.  Sorulması gereken soru, tiyatronun, seyircisiiçin bunu yapıp yapamayacağıdır.Şu anda yapabilir mi?Çünkü, günümüzde insanlar o kadar derin uykudalar ki......seyircinin daha rahat uyumasınayardım edecek, böylesine yüzeysel......oyunlar sahneye koymadığınmüddetçe, tiyatroda......ne yapacağını bilmekoldukça güçtür.Çünkü, bak, eğer senin gibi yazarların,ciddi ve çağdaş oyunlarını......sahneye koyarsan......başka bir yönden seyirciyiuyuşturmaya yardım etmiş olursun.Demek istediğim Wally......oyunlarının birinde, insanlaraaslında tamamen yalnız... ...olduklarını, birbirlerineulaşamadıklarını ve yaşamlarının......ümitsiz olduğunu gösterdiğinde,bu seyirciyi nasıl etkiler?Veya dünyamızda çarpıcı seksüelolaylar, terör ve şiddet olayları......dışında başka bir şey yaşanmadığınıgösteren bir oyun nasıl etki eder?Bu uyuyan seyircileriuyandırmaya yarar mı?Hiç zannetmiyorum,çünkü bence bir oyunda......böylesine bir dünyayı resmetmen,içinde yaşadıkları......dünyanın tıpatıpaynısı olacaktır.Yani yaşadıkları hayatınve ilişkilerinin zor ve acı olduğunu......zaten biliyorlar.Ve eğer televizyonda akşamhaberlerini izliyorlarsa......zaten tecavüzlerle, cinayetlerle,metroda kopan ellerle......anne ve babasını penceredenaşağıya iten çocuklarla dolu......korkunç ve karışık birevren olduğunu görüyorlardır.Böyle bir oyun onlaraizlenimlerinin doğru olduğunu ve bundan......kesinlikle çıkışlarıolmadığını söyler.Yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.Bıkkın ve zayıf birhale bürünürler.
Bak, Polonya'daki grubumunayarladığı, ormanda......benim için düzenledikleri vaftiztörenini ele alalım örneğin.Burada bir tiyatroda bulunan bütünunsurların olduğu bir şeyin örneği vardı.Üzerinde dikkatli çalışılmıştı.Dikkatlice düşünülmüştü.Zarif bir zevk ve sihirleyapılmıştı.Ve esasında bir şeyyaratmışlardı......ki bu da aslında bir seyirciiçin düzenlenmişti, benim için.Ama içerisinde ayin,sevgi, sürpriz, akıbet......giriş, gelişmeve sonuç olan......inanılmaz güzelliktebir tiyatro eseri yarattılar.Ve tek seyircilerini, benim,üzerimde olan etkileri......tamamen çok olumluydu.Beni uyuşturmadı.Beni canlandırdı.
W: Evet, ama yani, imkânsızolduğunu mu söylüyorsun...Yani, demek istediğim...insanların dâhil olacakları......Polonya'da biraz tuhaf bir vaftiztöreni veya Everest Dağı'nda......yaşanacak değişik bir deneyiminharicinde, insanları uyandırmanın......hiçbir yolu olmadığı sonucuna ulaşmak biraz can sıkıcı değil mi?Çünkü... işin kötüolan tarafı, eğer herkesi......Everest'e götürmemiz gerektiğini......söyleyecek olursan, bu oldukça......zor olacaktır, çünkü herkesi birdenEverest'e götüremeyiz.Tarihte, hastaları kurtarmak içinbu kadar sert önlemler alınmasına gerek......kalınmayan dönemlermuhakkak olmuştur.Yani, insanlara güçlü veya anlamlıdeneyimler kazandırmak için......
Bir zamanlar oturup yazabileceğinzamanlar vardı, ne bileyim, örneğin......Jane Austen'in"Aklı ve Tutku" kitabı gibi. Ve eminim ki bunu okumuş olan insanlar güçlübir deneyim kazanmışlardır. Bundan eminim.Şimdi diyorsun ki günümüzdeinsanlar bunu anlamazlar.Belki bu doğrudur. Ama diğer yandanhiç mi bir yazıda veya oyunda...Yani insanların görebilmesiiçin gerçekliğin......resmedilmesi, halen yazarınmeşru görevi değil midir?Yani söylesene, niçin bir anlığınagerçekliği algılamak yerine......Everest Dağı'na birseyahati talep ederiz?Yani Everest Dağı, New York’tandaha mı gerçek?Yani New York gerçek değil mi?Yani bence, bu restoranın yanındakitütüncü dükkânında neler......olduğunun tam anlamıylafarkında olsaydın, bence bu......aklını başından alırdı.Yani bir tütüncü dükkânında,Everest Dağı'ndaki kadar......fark edilebilecekgerçeklik yok mudur?Sen ne düşünüyorsun?
A: Sadece orada Everest Dağı kadargerçek bir şey olduğunu düşünmüyor değilim......hatta o kadar bir farklılıkolduğunu da düşünmüyorum.Çünkü gerçeklikbir nevi bir üniformadır...
W: eğer algılaman......yani, eğer kenditertibatın düzgünce işliyorsa......Everest'e tırmanmanilgisiz bir hal alır, saçmalaşır......çünkü bu, demek istediğimtabii ki bir noktada......muhakkak yedinci caddede olanbir tütün dükkânından farklıdır.
A: Sana katılıyorum Wally.Ama sorun, insanlarınartık tütüncü dükkânını görememeleri.'Şeyler' artık insanlarıeskisi gibi etkilemiyorlar.Bundan 10 sene sonra,insanlar bir şeylerden......etkilenmemek için ceplerinden10,000 dolar ödeyip......kısırlaştırılsalar çok güzel olurdu.
W: Peki sence neden böyle?Niçin böyle oluyor?Günümüzde artık insanlar tembeloldukları için mi, sıkıldıklarından mı?Yani tıpkı bütüngün küvette yatarak......plastik ördeğiyle oynayıp"Şimdi ne yapsam"......diye düşünen sıkılmış......şımarık çocuklar gibiyiz.
A: Peki. Tamam, sıkıldık.Artık hepimiz sıkıldık. Peki Wally, dünyada şu angördüğümüz bu can sıkıntısının......paraya dayalı, baskıcı birdünya hükümeti tarafından......uygulanan, şahsen sürdürülenşuursuz bir beyin yıkama işlemi......tarafından yaratılmışolabileceği, bütün bunların......bir kişinin düşünmesine göre dahakorkunç olduğunu ve bunun......ferdi bir hayatta kalmamücadelesinden ziyade......canı sıkılan birisiniuyuduğunu ve uyuyan......birisinin "Hayır" diyemeyeceğinihiç düşündün mü?
Bu insanlarla görüşüyorum...Bir kaç gün önce......fazlasıyla hayran olduğumbirisiyle tanıştım.İsveçli bir fizikçi.Gustav Björnstrand.Bana artık televizyonseyretmediğini......gazete ve dergiokumadığını söyledi.Bunları tamamenhayatından çıkartmış......çünkü şu anda, bir tür Orwell tarzı kâbustayaşadığımızı ve işittiğimiz her şeyin......bizi birer robota çevirmeyeyardım ettiğini düşünüyor.Findhorn'dayken, hayatını ağaçlarıkurtarmaya adamış, olağanüstü......bir İngiliz ağaçuzmanı ile tanıştım.Sekoyaları korumak için Washington'dakilobi faaliyetlerinden yeni dönmüştü.84 yaşındaydıve hep bir sırt çantasıyla gezerdi......çünkü bir sonraki günnerede olacağını bilmezdi.Findhorn'da tanıştığımızzaman bana nereli olduğumu sordu."New York" dedim, "New York.Ne kadar ilginç bir yer...""...Sürekli olarak gitmek istediğini söyleyiphiç gitmeyen çok New Yorklu tanır mısın?" dedi."Evet" dedim, "Neden gitmediklerinibiliyor musun?" dedi.Bir sürü sıradan fikir söyledim."Bunların hiç birisi olduğunu sanmıyorum." dedi."Bence New York yeni model birtoplama kampıdır...""...üstelik bu kamp bizzatmahkûmları tarafından inşa edilmiştir...""...mahkûmlar aynı zamanda gardiyandırve inşa ettikleri bu şeyle gurur duyarlar.""Kendi hapishanelerini inşa ettiler."Ve hem mahkûm,hem gardiyan oldukları......şizofrenik bir hal aldılar.""Ve bunun, lobotominin sonucunda,ne inşa ettikleri bu hapishaneyi......terk etmeyene de görebilmeye......muktedir oldular."Ardından elini cebine soktu vebir ağaç tohumu çıkarttı......ve "Bu bir çam ağacı" dedi.Avcumun içerisine bıraktıve "Geç olmadan kaç" dedi.
Bak, üzerindeniki veya üç yıl kadar geçti...ve Chiquita'yla, gerçekten gitmemiz gerektiğinedair rahatsız bir hissimiz var.30'ların sonunda, Almanya'dakiYahudiler gibi hissediyoruz.Git buradan.Tabii problem nereye gidileceği.Çünkü bütün dünyanın aynıyöne gittiği gayet açık.Bence 1960'lı yıllar insanoğlunun yok olup gitmeden......evvel son kez ileriatıldığı zamanlar olabilir......bugün ise geleceğingeri kalanının başlangıcı ve...bundan sonra etrafta hiçbir şeyhissetmeyen, hiçbir şey düşünmeyen......robotlar dolanıyor olacaklar.Bir zamanlar düşünceleri vehisleri olan insan denen......bir türün yaşadığını,tarihin ve hafızanın silinmekte......olduğunu, çok yakın......bir zamanda gezegenin üzerindebir yaşam sürdüğünü......anımsayacak bir kişininbile kalmayacağını......hatırlatacakkimse olmayacak.

...Ben yeni bir dile ihtiyacımız......olduğunudüşünüyorum......kalbin diline......tıpkı Polonya ormanındaki gibi,dile ihtiyaç duyulmayacak bir dile.İnsanların arasında yeni birşiir türü olacak, bu yeni dil......bu bize balın yerini söyleyen,dans eden arının şiiri olacak.

W: Pekala...Bütün bunlara karşınsamimi cevabım ne bilmek ister misin?Samimi yanıtımı duymak ister misin?Gerçek, samimi cevabım...Ben sadece hayattakalmaya çalışıyorum, anlatabildim mi?Yaşayabileceğim kadarpara kazanmaya......kiramı ve faturalarıödemeye çalışıyorum.Ben...Hayatımı yaşıyorum.Evde Debby'lekalmayı seviyorum.Charlton Heston'ınotobiyografisini okuyorum.Hepsi bu.Bazen, ara sırabilirsin işte...Debby'le beraber dışarı çıkıyoruz,partiye filan gidiyoruz.Ve kimi zaman kısıtlı yeteneğim bir arayagelir ve oyun yazabilirsem......bu çok,çok güzel oluyor.Başka insanların yazdıklarıküçük oyunları, bu oyunlarla ilgili yazılmış......incelemeleri okumayı, insanlarınyorumlarını, insanların yorumlarını......yorumlayan insanlarınyorumlarını seviyorum.Bir de küçük bir not defterine yazdığımufak tefek işlerim ve sorumluluklarım var.Bu defterin üzerindedurmaktan, sorumluluk......almaktan, ayakişlerini yapmaktan ve bunları......defterden silmekten hoşlanıyorum.Yani bilemiyorum, nasıl olur da başkabirisi benim Charlton Heston'ın......otobiyografisini okurken aldığımdan......daha fazla keyif alabilir......veya sabah kalkmaktanve bütün gece beklemiş......soğuk, içinde hamam böceğiveya sinek ölüsü olmayan......bir bardak kahvenin sabahonu içmemi beklemesinden.Uyandığım zaman çokheyecanlı oluyorum......kahveyi orada, tam daistediğim şekilde görüyorum.Yani, gerçekten nasıl olur da......başka biri, başka bir şeydendaha fazla keyif alabilir düşünemiyorum.Tabii... Tabii muhakkak içindehamam böceği, ölü bir hamam böceği......olsa hayal kırıklığınauğrarım ve üzülürüm.Ama yine de... Bundandaha fazlasına......ihtiyacım olduğunu dadüşünmüyorum.
Oysa sen günümüzdeherhangi birisinin anlamlı......bir hayatı......olmasının tasavvur edilemeyeceğini,herkesin mahvolmuş durumda......olduğunu ve merkezlerdençok uzak yerlerde......yaşamamız gerektiğinisöylüyor gibisin.Senin için bile olsabuna inanmıyorum...Sen de bunun... Sabahları uyandığında,bir yanında Chiquita'nın......diğer yanında çocuklarınınolması, gelen......Times gazetesiniokuyabilmek hoş değil mi?Belki bir oyunu yöneteceksindir,belki yönetmeyeceksindir.Ama yönetip yönetemeyeceğinbu oyunu boş ver.Niçin böyle olsun... Neden arkanayaslanıp detayların keyfini çıkartmıyorsun?Yani enfes bir bardak kahveve bir parça kakaolu kek olabilir.Neden bundan dahafazlasının olması......veya olduğunu düşünmekgerekli olsun ki?Demek istediğim, nedenbahsettiğini gerçekten anlamıyorum.Yani... Yani neydenbahsettiğini biliyorum......ama neyden bahsettiğinigerçekten anlamıyorum.Seninle tamamenhemfikir olsam dahi......hatta hiç kimsenin kişisel mutluluğasahip olamayacağı düşüncesini......kabul etsem bile......hayatı mükemmelleştirmeninyolunun......batı medeniyetini reddedip,tuhaf inanışların......olduğu zamanlarageri dönmek......olduğu fikrini kabul edemem.Bunun hakkında konuşmayanasıl başlayacağımı bile bilmiyorum......ama bilirsin işte, Orta Çağ'da......bugünkü bildiğimiz şekliyebilimsel düşünce oluşmadan önce......insanlarher şeye inanırlardı.Her şey gerçek olabilirdi...Bakire Meryem heykeli......konuşabilirveya ağlayabilirdi.Ama sonra muhteşembir şey oldu......batı dünyasındaki bilimselgelişmelerle birlikte......bazı şeyler yavaş yavaşbilinir ve anlaşılır hale geldi.Yani açıkçası......bilimdeki bütün düşüncelersürekli gözden geçirilirler.Bütün amaç budur.Ama en azından evrenin birşekli ve düzeni olduğunu, ağaçların......insanlara veya tanrıçalaradönüşmediklerini ve böyle......olmaması için gayetgüzel nedenler olduğunu......ve hemen her şeyeinanamayacağımızı biliyoruz.
Yani hakikaten......diyelim ki, bir Çin restoranındanbir şans kurabiyesi alıyorum......ve bunameyilim olsa dahi......rahatça söylerkenzorlanırım.Bunu okuyorum,okuyorum ve...Bir nevi içgüdüsel olarak...Bilirsin, şöyle şeyler yazarlar.."Koyu saçlı bir beyle yapacağınızkonuşma sizin için önemli olacak"......işte içgüdüsel olarak düşünüyorsun,"Koyu saçlı kimi tanıyorum." diye."...Konuştuk mu?Ne hakkında konuştuk?"Başka bir deyişle, içimde benionu okumaya iten bir şey var......ve içgüdüsel olarak, geleceğedair bir kehanet olduğunu varsayıyorum.Ama bilinçli bir şekilde düşününce ki buhayata bakışımın kökenini oluşturur......Böyle bir fikre kapılmamak içintamamen değişmem gerekir.Bilinçli şekilde düşündüğümdefikrim, bundan yıllar......önce kurabiye fabrikasında yazıldığı vebenimle ilgisi olamayacak basit bir şey olduğu.Yani, benim elime geçmişolması gerçeği...Yani bunu yazan adam benimhakkımda hiçbir şey bilmiyordu.Benimle ilgili bir şeybilmesine imkân yoktu.Bu kurabiyenin benimlebir ilgisi olmasının imkânı yok.Ve elime geçmiş olması sadecebasit bir tesadüf.Ve eğer uçakla seyahateçıkacak olsaydım......ve elime "Gitme" diyenbir şans kurabiyesi geçseydi......bir anlığına bile olsaendişelenirdim, kabul ediyorum.Ama yine de giderdim yani......bu gezi başarılı olsunya da olmasın......bu uçağın ve pilotundurumuna bağlıdır.Ve kurabiyenin bunubilebilmesine imkân yok.Demek istediğim, bilirsin bu da......tüm kehanet, işaretve alametler gibi.Çünkü kehanetlere inanıyorsandemektir ki evren......bunu nasıl tarifedeceğimi bile bilemiyorum.Demektir ki gelecek birşekilde geriye doğru, günümüze......mesajlar gönderiyor.Bu da demektir ki, bu mesajlarıgönderebilmesi için geleceğin de......bir nevi şu andamevcut olması gerekir.Ayrıca bu evrendeki 'şeylerin' de, bizemesajlar vermek için bulunduğunu gösterir.Oysa ben, bu şeylerin evrendeöylesine var olduklarını düşünüyorum.Hiç bir anlama gelmiyorlar.Eğer kaplumbağanın yumurtası ağaçtanaşağıya düşüp kaldırım taşında kırılıyorsa......bu kaplumbağanınsakarlığındandır, kazadır.Ve buna bakarak gemilerimisavaşa göndermek......büyük hatadır.Hangi bilgiye dayanarakgemilerini savaşa gönderirsin?Çünkü eğer her şey anlamsızsa......şans kurabiyesine bakmanla,Ford Vakfının istatistiklerine......bakman arasındakifark nedir?Fark etmez gibi.Şans kurabiyesinin veya kaplumbağayumurtasının anlamsızlığı gerçeğinin......incelediğin konuylabir ilgisi olamaz.Oysa ki bir grup anlamsız gerçeğinbir araya toplanıp, bilimsel olarak......yorumlanması, tamamen uygun olabilir.Çünkü bilimsel teorilerinen muhteşem tarafı......tekrarlanabilir deneyleredayanmalarıdır.

A: Haklısın Wally.Yani kehanetlereinanmak filan......muhtemelen kendimizi sıkıntılardankurtarmak için bir yol.....böylece kendi eylemlerimiziçin ferdi sorumluluk almamız gerekmez.Ancak kendini bilinç dışılığaadadığında, bu seni her türlü......dehşet verici manipülasyonakarşı zayıf düşürür.İçinde yer aldığım her iştemuhakkak tehlikeli bir şeyler vardı.Ayrıca daima insanların hayatlarınamüdahale edip etmeme sorusu vardı......çünkü bu atölyelerden birisiniyönetiyorsam, biraz doktor......biraz terapist ve biraz dapapaz oluyordum.Ama ben doktorterapist ya da papaz değilim.Ve bu yeni çıkanmanastırların veya......cemiyetlerin veya bahsettiğimizşeylerin kimileri......kurumsallaşmayabaşladılar bile......ve bunun böyle olmasıbir bakıma faşistçe geliyor.Gün geçtikçe büyüyen bir türkendinden memnun, seçici bir paranoya var......"Onlar" ve "Biz" hissi,bu çok tedirgin edici.Ama şu var ki Wally, bilime bu şekildeabartılı bir biçimde tapılmasının bizi......bu hale getirdiğineinanıyorum.Bilim, tarafımızdan, bir şekildeher problemi çözebilecek......sihirli bir güçmüşgibi tutuldu.Oldukça tersi oldu.Tamamen tersi oldu.Her şeyi mahvetti.Bence bu şu andagördüğümüz bilime karşı......güçlü ve derin bir tepkiduyulmasına ön ayak oldu......tıpkı 1930'ların Almanya'sındaortaya çıkan Nazi iblislerinin......belirli bir baskıcı bilgi,kültür ve rasyonel düşünceye......karşı ön ayak olduğu gibi.Potansiyel olarak çok tehlikeli bir şeydenbahsettiğimiz konusunda hemfikirim.Ama modern bilim özellikledaha az tehlikeli olmadı.

W: Haklısın. Sana katılıyorum.Tamamen katılıyorum.İşin aslı şu ki... beni rahatsız eden şeyinne olduğunu sanırım biliyorum.Hiçbir şey yapmamaya çalıştığın anlar yaratmak......fikrini kabul etmiyorum.Sanırım bir şeyleryapmak bizim doğamızda var.Bir şeyler yapmalıyız.Sanırım amaçlılık, bizim basit......insan doğamızınayrılmaz bir parçası.Bu olmadan yaşayabileceğimizisöylemek, bir ağacın......dalları veya kökleri olmadanyaşayabileceğini söylemek gibi bir şey.Ama esasında dalları veya kökleriolmazsa artık ağaç olmaz.Sadece bir kütük olur.Demek istediğimi anlatabiliyor muyum?Diğer bir deyişle, evde oturuyorumve yapacak bir şeyim yok......ben de bir kitap alıyorum elime.Orada hiçbir şey yapmadan oturupdurmanın neresi muhteşem?Saçma geliyor.
A: Peki ya Debby oradaysa?
W: Aynı şey.Gerçekten de iki kişininhiçbir şey...yapmadan, sadece birlikteolması mümkün müdür?Gerçekten de yaşayacakları,her zaman......kullandığımız "ilişki" kelimesişeklinde mi olacak?Yani bu ne anlama geliyor ki?Ya oturup sohbetedeceğiz ya, ne bileyim......çöpü dökmeye çıkartacağızyahut tek başımıza......ya da beraber,bir şeyler yapacağız.Ne demek istediğimi anlıyor musun?Öyle basitçe, sadeceoturmanın manası nedir ki?
A:Bu seni sinirlendiriyor.
W: Niye sinirlendirmesin ki?Bana çok saçma geliyor.
A:Çok enteresan Wally.Batı Tibet, Ladakh'a gitmiştim ve oradabir çiftlikte bir ay kadar kalmıştım......akşam saatlerinde insanlar çay içmeyegelirlerdi ve kimse konuşmazdı.Tabii söyleyecekleri bir şey yoksaama neredeyse hiç olmazdı.Orada öylece oturur, çaylarını içerlerdve bu onları hiç rahatsız etmezdi.Problem şu Wally, sürekli hareketliolup bir şeyler yapılabilir......ama bence bu tarz şeyleriyaparken bile kişinin......aslında içiölmüş olabilir.Bütün bu işleri gerçekleştiriyorsunama bunları yaparken......bir dürtü mü hissediyorsunyoksa evvelden......konuştuğumuz gibi mekanikbir şekilde mi yapıyorsun? Çünkü bunları mekanik bir biçimdeyapıyorsan gerçekten yaşamını......değiştirmengerektiğini düşünüyorum.Hani bilirsin, gençken süreklibirileriyle randevuya çıkarsın.Dansa filan gidersin.Özgürce dolanırsın.Ve sonra bir gün kendini birilişkinin içerisinde bulursun......ve birden her şey donar.Bu işin için degeçerlidir.Demek istediğim, tabii içingerçekten yaşıyorsa......zaten bir sorunyok demektir.Küçük bir odadabirisiyle beraber yaşıyorsan......ve birlikte yaşadığın kişiylearanızda bir yaşam paylaşılıyorsa......o odada başlı başınabir macera yaşanıyor olabilir.Ama her zaman 'şeylerin'ölme tehlikesi vardır.Öyle olursa da, Kerouac gibiaylak filan olup yollara düşmek......gerektiğinidüşünüyorum.Buna gerçekten inanıyorum.Biliyor musun, hayatını yollardageçirmek o kadar da güzel değil.Benim öncelikli tercihimyapabiliyorsan o odada kalmaktır.Ama birisiyle çok uzun süreberaber olduğunda, hani insanlar..."Tabii artık eskisi kadar müthiş değilama böyle olması da doğal." derler."Romantizmin ilk mahcubiyeti gittive böyle de olmak zorundaydı."Buna kesinlikle katılmıyorum.Ama kendine daima, açık yüreklilikleşu soruyu sorman gerektiğine inanıyorum:Evliliğin halen bir evlilik mi?O kutsallığı halen barındırıyor mu?Tıpkı yaptığın iştekikutsallığı sorgulaman gerektiği gibi...Halen orada mı?Bu çok korkutucu bir şey Wally,birden fark ediyorsun ki......Tanrım, ben hayatımı yaşadığımı sanıyordumoysa insan bile değilmişim.Oyuncu olmuşum.Yaşamamışım. Yaşarmış gibi yapmışım.Baba rolünü oynamışım.Koca rolünü oynamışım.Arkadaş rolünü oynamışım.Yazar, yönetmen ya da her neysemo rolü oynamışım.Bu insanla aynı odada yaşamışımama onu gerçekten görmemişim.Gerçekten işitmemişim.Gerçekten beraber olmamışım.
Seni bilemem Wally ama ben......insan olmayı öğrenmek içinkendimi bir nevi antrenman programına soktum.Nasıl bir şeylerhissedebiliyordum? Bilmiyorum.Nelerden hoşlanırdım? Nasıl insanlarlabirlikte olmak isterim? Anlatabildim mi?Bunu öğrenebilmemiçin tek yolun, tüm sesleri......kesmek ve sürekli rol yapmayıbırakmak olduğunu düşündüm......ve içimdeki sese kulak verdim.Bunu yapman gerektiği zamanbir an geliyor sanırım.Belki belli bir sırada yapılmalıdır,önce Sahra'ya gitmelisindir......belki evde de yapabilirsin.Ama sesleri susturman gerekiyor.

W:Evet. Ben şahsen...Ben pek......Ben genellikle pek...Böyle sessiz anlardan hoşlanmam.Sevmiyorum.Bunun altında... bilmiyorum,Freudian bir düşünce mi vardır...Ama anlarsın, bilinçsizdürtülerin korkusu......veya kişisel saldırganlığımveya her neyse......eğer ortalık çok sessizleşirse,kendimi otururken buluyorum......hani öncedenbahsettiğimiz gibi......Yani ister kendi başıma olayımister yanımda birisi olsun......benim içimibu his kaplıyor......"Aman Tanrım.İfşa oldum."Başka bir deyişle, her hangi birişi yapmak için yeterli olabilirim......ama bir insan olmakiçin yeterli birisi değilim.Yani demek istediğim, ben...Eğer sadece... burada tutulsamve bir şeyler yapmama izin verilmese......tek yapabildiğimorada olmaksa......çökerim.Söylemeye çalıştığım, ben......her sınavınüstesinden gelebilirim......hatta gereken çabayı gösterecekolursam "A" bile alabilirim......ama bunu nasıl......bunu nasıl geçeceğime dairhiçbir fikrim yok.Yani... Yani bunun birsınav olmadığının farkındayım...Ama bir sınavmış gibi bakarsak......bundan çakarmışımgibi geliyor.Bu... Bu çok korkunç.

The Big Kahuna

1999 sinema tarihinin altın yıllarından biri olmalı. o tarihte yapılan efsane filmler, keşfedildikçe bitmiyor. işte onlardan biri. çoğu kişi tarafından bilinmeyen şaheserlerden. izlediniz mi bilmem, ben epey geç rastladım: The Big Kahuna

filmi izlememişseniz fotoğraftan sonrasını  okumayınız ki, filmin büyüsü bozulmasın.
üç kişi, tek mekan.
filmden alıntıladıklarım:

- Dünya saatler ve aynalarla dolu Bob. Bu lanet bir komplo.

- Bu dünyada bazı insanlar Bob, yaptıkları işi yaparken çok resmi görünürler. Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlardır. Eğer ne yaptığını biliyorsan, ne yaptığını biliyormuş gibi görünmek zorunda olmazsın. Bu doğal olarak gelişir.

filmden bir diyalog: 

- Seninle daha önce kişilik hakkında konuşmuştuk. Bana kişiliği sormuştun. Yüzlerden bahsetmiştik. Ama mesele ondan çok daha derinlerde. Mesele şu ki herhangi bir kişiliğin var mı? Ve eğer fikrimi dürüstçe söylemem gerekirse Bob, yok.  Sebebi de çok basit. Çünkü henüz hiçbir şey için pişmanlık duymuyorsun.

+ Demek istediğiniz, pişman olacağım bir şey yapana kadar kişiliğimin olmayacağı mı?

- Hayır, Bob. Söylemek istediğim, zaten pişman olacağın bir sürü şey yaptığın. Sadece onların ne olduğunu bilmiyorsun. Onları keşfettiğin, yaptığın bir şeydeki aptallığı gördüğün ve onu yeniden yapabilmeyi dilediğin, ama artık çok geç olduğu için  yapamayacağını anladığında olacak. Böylece o şeyi seçip sana hayatın devam ettiğini hatırlatması için yanında taşıyacaksın. Dünya sensiz de dönecek. Senin aslında bir önemin yok. İşte o zaman kişilik sahibi olacaksın. Çünkü dürüstlük içinden dışarı çıkacak ve bir dövme gibi yüzünü kaplayacak. O güne kadar ancak, bir noktanın ötesine geçmeyi bekleyemezsin.

ve final monolog:



final monoloğunun çevirisi:

Gençliğin gücünün ve güzelliğinin tadını çıkar. Boşver. Gençliğin gücünü ve güzelliğini anlamayacaksın, onlar geçip gidene kadar. Ama güven bana, 20 yıl sonra fotoğraflarına bakacaksın ve şu an anlayamayacağın bir şekilde hatırlayacaksın önüne ne kadar fırsat çıktığını ve aslında ne kadar muhteşem göründüğünü. Düşündüğün kadar şişman değilsin.
Gelecek için endişelenme, veya endişelen ama endişelenmenin ancak bir cebir denklemini sakız çiğneyerek çözmeye çalışmak kadar etkili olacağını bilerek. 
Hayatındaki gerçek sorunlar endişeli aklının hiç düşünmediği şeyler olur genelde, boş bir salı günü saat 4'te gözünü kör eden türde bir şey.
Her gün seni korkutan bir şeyi yap. 
Şarkı söyle. 
Başka insanların duygularına karşı pervasız olma. Seninkilere karşı pervasız olanlara da katlanma. 
Diş ipi kullan. 
Kıskançlıkla zamanını harcama. Bazen öndesindir. Bazen geride. Yarış uzun ve sonuçta, sadece kendinle. Aldığın iltifatları hatırla. Aşağılamaları unut. Eğer bunları başarabilirsen bana nasıl yaptığını söyle.
Eski aşk mektuplarını sakla. Eski banka kağıtlarını at.
Gevşe.
Hayatınla ne yapmak istediğini bilemezsen kendini suçlu hissetme.Tanıdığım en ilginç insanlar 22 yaşındayken hayatlarında ne yapmak istediklerini bilmiyorlardı.Tanıdığım 40'lı yaşlarındaki en ilginç insanların bazıları hala bilmiyor.
Çok kalsiyum al. 
Dizlerine iyi bak. İşe yaramadıklarında onları özleyeceksin.
Belki evleneceksin. Belki evlenmeyeceksin. Belki çocukların olacak. Belki olmayacak. Belki 40'ında boşanacaksın. Belki 75. evlilik yıldönümünde komik tavuk dansı yapacaksın.
Ne yaparsan yap, kendini çok fazla övme ya da aşağılama. 
Şansın yarı yarıya. Herkesin de öyle.
Vücudunun tadını çıkar. Kullanabileceğin her şekilde kullan. Ondan korkma, başkalarının onun hakkında düşündüklerinden de. Sahip olabileceğin en harika araç o.
Dans et. bunu yapacak oturma odandan başka bir yerin olmasa bile. 
Uymayacak olsan bile talimatları oku. 
Güzellik dergilerini okuma. Kendini çirkin hissettirmekten başka bir işe yaramazlar.
Ebeveynlerini tanı. Ne zaman ebediyen gideceklerini asla bilemezsin. 
Kardeşlerine iyi davran. Onlar senin geçmişinle en iyi bağlantın ve gelecekte yanında kalacak insanlar. Arkadaşların gelip geçici olduklarını bil, ama değerli birkaç tanesine tutunmalısın.
Coğrafya ve yaşam stili arasındaki farklılıkları kapatmak için çok çalış. 
Yaşlandıkça, gençliğinde tanıdığın insanlara daha çok ihtiyaç duyacaksın. 
Bir kez New York'da yaşa  ama seni katılaştırmadan ayrıl. 
Bir kez Kuzey California'da yaşa, ama seni yumuşatmadan uzaklaş. 
Seyahat et.
Saçınla çok fazla uğraşma yoksa  40 yaşına geldiğinde 85 yaşında gibi görünürsün. 
Kimin tavsiyesini dinleyeceğine çok dikkat et, ama sana onu sunanlara karşı sabırlı ol. 
Tavsiye bir nevi geçmişe özlemdir. Onu dağıtmak, geçmişin atıkları arasından bir şey bulmak, onu temizlemek, çirkin taraflarını boyamak ve onu olduğundan değerli yapacak şekilde yeniden dönüştürmektir.
Ama güneş kremi konusunda bana güven.         

kendimi gördüğümü görüyordum.

Georges Perec'in aynı adlı eserinden 1974'te yapılmış bir film. Un Homme Qui Dort (Uykusuz Adam) .
uyarlanmış demiyorum. çünkü filmde diyalog yok ve bir dış ses, kitaptan pasajlar okuyor. farklı ve zor bir seyirlik ama kesinlikle güzel.


Rene Magritte, 1937


"...gökyüzünde bulut şeklini alan bulutlar..."

28.11.2013

yaşamımın geri kalanında suskunluğa gömülmeyi başarabilseydim bile, sadece rol yapıyor olurdum.

velhasıl, ağaç olmayı isteyen ama hiçbir zaman olamayacağını bilen biriyim. 
bu, dertli değil ama kederli bir farkındalıktır.

20.10.2013

demek nası koşulacaksa

dün o iş görüşmesine gittim. 

hafta sonu tatil filan değil ve hatta o dükkan seninmişçesine ama kâra ortak değilmişçesine.
"çalışanlarınızın haftalık tatilleri oluyor mu?" diye bir soru sormak zorunda hissettim kendimi. 
kurumsal iletüşüm müdürü kadın bu soruya cevaben dedi ki:
"tabiğğ. haftada bir çalışanımızı dinlendiriyoruz..."

bir at geldi gözlerimin önüne. 
herhangi bir at.

23.09.2013

çünkü yavaşlık iyidir.

filmin orjinal adı: yi yi
çincede büyükannenize "puo-puo" diye sesleniyorsunuz. yazılışını aklım almaz ama duyduğum bu.
hele de bu, küçük bir oğlan çocuğun ağzından çıkınca çinceye sempati duyabiliyosunuz.
filmin ilk dakikalarına nazaran sona doğru iyice ağırlaştım. arada yağmur yağdı, durdu. film süresinde benim kafa değişti. buna sebep olan filmlere ve onları yapabilenlere şükranlarımı sunuyorum buradan. 


- Baba, senin gördüğünü ben göremem. Benim gördüğümü de sen göremezsin. O halde, senin ne gördüğünü,nasıl bilebilirim?

+ Güzel soru. Bunu hiç düşünmemiştim. işte bu yüzden bir kameraya ihtiyacımız var.İster misin peki?

- Baba, gerçeğin sadece yarısını mı bilebiliriz?

+ Ne? Anlamadım?

- Sadece önünü görebilirim,arkadakini göremem. Böylece gerçeğin sadece yarısını bilirim, değil mi?